Önce annem... Sonra ağabeyim... Şimdi de yengem... Bir yıl içinde kaybettiğim değerlilerim. Zaman, ardı ardına açılan boşluklarla dolu bir aynaya dönüştü. Anılar canlanıyor...
Gözümü kapattığımda, annemin mutfakta sıcacık gülümseyişiyle kızartmalar hazırladığı anlar beliriyor zihnimde.
Ağabeyimle geçirdiğimiz çocukluk günlerinin neşesi kulaklarımda yankılanıyor. Yengemin o ışıl ışıl gözleriyle ağabeyime ‘evet’ dediği gün canlanıyor hafızamda. Hep güzel anılar canlanıyor...
Oysa hayat, yalnızca güzel anılardan ibaret değil.
Ölüm, yaşamın en sarsıcı gerçeği.
Sevdiklerini kaybetmenin acısı, kelimelere dökülemeyecek kadar derin. Boğazında düğümlenen bir çığlık, içinden atamadığın bir yük gibi…
Kaybolan her nefes, geride kalanlar için yeri doldurulamaz bir boşluğa dönüşüyor.
Hayat devam ediyor, evet… Ama eksik, ama yarım, ama buruk.
Kaybın acısını en çok da çaresizlik büyütüyor. Bir şey yapamamanın, zamana ve kadere karşı koyamamanın ağırlığı…
Sevdiklerinin gözlerinin önünden silinip gitmesi, elini uzatıp tutamamak… Öylece izlemek, zamana direnememek...
Bu, insan olmanın en ağır yüklerinden biri.
Peki ya sonrası?
İnsan nasıl baş eder bu kayıplarla?
Kimi unutmaya çalışır, kimi anılara sığınır, kimi de derin bir sessizlikle yas tutar. Ama her yol, aynı yere çıkar: Kabullenişe.
Zaman, acıyı yumuşatır belki ama hiçbir zaman tamamen silmez. Çünkü sevgi, ölümle bitmez. Gidenler, anılarımızda, içimizde bir yerlerde yaşamaya devam eder.
Belki de ölüm, bir son değil; bir dönüşümdür.
Belki de gidenler, yalnızca başka bir varoluş biçimine geçiyordur.
Biz onları gözlerimizle göremesek de, yüreğimizde hissetmeye devam ederiz. Ve belki de en büyük teselli budur: Sevdiklerimiz, bizimle birlikte yaşamaya devam ederler, ta ki biz de bir gün onların yanına gidene dek…
GÜNÜN SÖZÜ
Anne, Rüstem abim, Muzaffer abim, Ali Abim ve Saime yengem… Umarım buluşmuşsunuzdur…