Bir zamanlar hak mücadelesinin, dayanışmanın ve demokrasinin en güçlü damarlarından biri olan ve kurtuluş savaşımda kuva-yi milliye'nin kurulmasımda öncü olan sivil toplum kuruluşları (STK’lar), bugün Türkiye’de ya görünmez ya da gönülsüz.
Ne ses var ne nefes. Oysa geçmişte — özellikle 1999 Marmara depreminden, gez olaylarında sonra ya da 2016 15 Temmuz sürecinde — STK’lar halkın nefes borusu gibiydi. Şimdi ise, ya içten içe boşaltıldılar ya da sindirildiler.
Türkiye’deki sivil toplumun bugünkü hali, yalnızca dış baskıların değil, aynı zamanda içsel kırılmaların ve gönüllü geri çekilmelerin de bir sonucudur. Siyasiler ile iç içe geçen, yöneticileri siyaset çevreleriyle yakın olan birçok kuruluş artık sivil olmaktan çıkmış durumda. Bağımsızlık ilkesi, yerini politik angajmana bıraktı. Sivil toplum, sivil kalamadı. Bu kuruluşların bir kısmı kamu fonlarıyla dev projelere imza atarken, sahada halkla temas kurmak yerine vitrin faaliyetleriyle görünürlük kazanmayı yeterli buluyor. Bu durum, halkın sorunlarını görünür kılmak yerine, sistemin söylemlerini tekrar eden “resmî STK” profillerini çoğaltıyor.
Diğer yandan, özellikle son beş yılda yürürlüğe giren yasalar ve yönetmelikler de sivil toplumun üzerine ağır bir gölge gibi düştü. Uluslararası fonlara erişimi zorlaştıran, mali denetimleri siyasi araç haline getiren düzenlemeler, STK’ları risk almamaya itiyor. Artık birçok kuruluş, herhangi bir kampanyanın, bildirinin ya da sosyal medya paylaşımının siyasi sonuçları olabileceğini bildiği için, “temkinli suskunluk” politikası izliyor. Ancak asıl tehlike burada başlıyor: korkudan değil, alışkanlıktan gelen bir sessizlik. Sivil toplum kuruluşlarının bir bölümü artık mücadele etmek yerine proje yetiştirmeyi, sosyal değişim hedeflemek yerine rapor hazırlamayı önceliyor.
Masabaşına sıkışmış, bürokratikleşmiş bu yeni STK profili; toplumla bağı zayıflamış, tepki gösterme refleksi körelmiş bir yapıyı beraberinde getiriyor. Böyle bir ortamda kadın cinayetleri karşısında sessiz kalan sözde dernekler, doğa talanına karşı yalnızca izleyen çevre örgütleri, ifade özgürlüğü ihlallerine dair “diplomatik açıklamalarla” yetinen yapılar türedi. Bu sessizlik, yalnızca baskının değil; yer yer çıkar ilişkilerinin, yer yer ideolojik konforun, bazen de umutsuzluğun ürünü. Oysa bir ülkede sivil toplum zayıflarsa, halk kendi sözünü söyleyemez. Devlet ile birey arasındaki denge kaybolur, toplumsal adalet yerini sessiz kabullenişe bırakır. O yüzden Türkiye’de sivil toplumun yeniden canlanması, yalnızca derneklerin veya vakıfların sorumluluğu değildir; bu, toplumsal bir görevdir. Yerelden beslenen, hesap verebilen, risk alabilen, cesur ve bağımsız yapılara ihtiyaç var. Çünkü unutulmamalıdır ki: en sessiz dönemler, en gür patlamaların habercisidir. Ve o sesi, ancak dernek ve STK'lar için de olan toplum yükseltebilir.