Bir ülkenin geleceği, okullarının koridorlarında yankılanan seslerde gizlidir.

Bu sesler ya özgürce düşünen bireylerin merakıyla yankılanır ya da ezberlenmiş, sindirilmiş, yönlendirilmiş kelimelerin tekdüzeliğinde kaybolur. Türkiye’de eğitim sistemine baktığımızda, günden güne artan bir çürümenin izlerini görmek mümkün. En çok da okulların, üniversitelerin, yani bilgi üretmesi gereken kurumların içine sinmiş liyakatsizliğin izlerini.

Bugün bir liseye ya da üniversiteye gittiğinizde karşınıza çıkan manzaraya bir bakın: Müdür koltuğunda dayısının ilçe teşkilatında çalıştığı için atanmış biri, fakülte dekanlığında eski dostluklara, siyasal angajmanlara dayalı bir isim, bölüm başkanlığında yıllardır tek makale yazmamış ama doğru yerlerde “görünen” bir akademisyen… Tüm bu görüntülerin ortasında ise kendini geliştirmek isteyen öğrenciler var: Ne yaparsa yapsın sesini duyuramayan, adaletsizlik karşısında susması öğütlenen, “sisteme uymazsan dışarda kalırsın” denilen o çocuklar.

Oysa eğitim, başlı başına bir adalet meselesidir. Kimsenin torpiliyle değil, hakkıyla yükseldiği bir yapı kurulmadıkça; ne liseler bilim üretir, ne üniversiteler düşünce inşa eder. Eğitimde liyakatın yokluğu sadece kurumların çökmesi demek değildir; bu aynı zamanda toplumun geleceğine atılmış bir dinamittir. Çünkü çocuklara en baştan şu mesaj verilir: “Çalışmak, öğrenmek, üretmek seni bir yere götürmez. Önemli olan kimi tanıdığın.”

Ne acıdır ki bir öğrencinin soru sorması gereken yerler, artık korkuyla sessizliğe gömüldüğü yerler olmuş durumda. Öğretmen, öğrenciyle ideolojik kavga eden bir figüre dönüşüyor bazen. Rektör, üniversitenin değil, onu oraya getiren yapının adamı oluyor. Okullar, fikir üretim merkezlerinden çıkıp, vasıfsız memurların oturduğu binalara dönüşüyor. Her şeyin yüzeysel olduğu bir çağda, en derin olması gereken alan – eğitim – sığlaştırılıyor. Ve bu sığlık, diploması olan ama fikri olmayan, unvanı olan ama katkısı olmayan bir nesil yaratıyor.

Peki çözüm ne? Öncelikle adını koymamız gerek: Torpil, adam kayırma, akraba yerleştirme – bunlar sadece “birilerini kayırma” meselesi değil; doğrudan kamu düzenine, toplumsal adalete, bireysel motivasyona zarar veren etik ihlallerdir. Eğitim kurumları bu karanlık döngünün dışına çıkarılmadıkça; ne iyi öğretmen yetiştirilebilir, ne güçlü akademisyenler kazanılabilir. Çünkü yetkin insanlar, kendilerine yer olmadığını gördüğü bir sistemde durmaz. Gider. Ve bu gidiş, sessiz bir beyin göçünden çok daha tehlikelidir: İçeride kalanlar, yerini hak etmeyenlerin eline teslim edilir.

Belki de en çok şunu düşünmeliyiz: Bir üniversitede vasıfsız bir rektör, yalnızca o üniversiteyi değil, o şehirdeki tüm lise öğrencilerinin hayallerini etkiler. Bir lisede liyakatsiz bir müdür, sadece öğretmenlerin değil, oradan mezun olacak binlerce öğrencinin potansiyelini bastırır. Yani bu mesele, bireysel koltukların değil, toplumsal geleceğin meselesidir.

Bu yüzden konuşmamız gerekiyor. Daha çok sormamız, daha çok görünür kılmamız… Çünkü liyakat sadece işe alınan kişinin niteliğiyle ilgili değil; aynı zamanda geride bırakılan yüzlerce nitelikli insanın kaderiyle ilgilidir. Eğitim, torpilin değil, emeğin hakkını aldığı yer olmalı. Ancak o zaman bir öğrencinin gözündeki ışık gerçek bir umut taşır. Yoksa hep birlikte karanlığa alışmak zorunda kalırız.