Türkiye’de bir zamanlar “sivil toplum” dendiğinde gözümüzde beliren şey, rengarenk stantlarda imza toplayan gençler, çevre gönüllüleri, kadın derneklerinin sokak yürüyüşleri, öğrenci kulüplerinin üniversitelerde açtığı paneller olurdu. Her biri ayrı ses çıkarırdı ama hepsi toplumun nabzını tutan, devletten bağımsız ama toplumla güçlü bağlar kuran yapılardı. Bugünse, sivil toplumdan bahsettiğimizde akla gelen ilk şey genellikle “denetim”, “kapatma”, “kayyım”, “beyanname” ya da “takipteyiz” gibi kelimeler oluyor.

Bir ülkede sivil toplumun nefes alabileceği alan, o ülkenin demokrasiyle ne kadar barışık olduğunun göstergesidir. Türkiye’de bu alanın giderek daraldığını söylemek maalesef abartı değil. Eskiden sendikaların düzenlediği mitingler, çevre derneklerinin organize ettiği halk forumları ya da kadın örgütlerinin 8 Mart eylemleri, yalnızca birer etkinlik değil; toplumun sesinin, taleplerinin, hatta isyanının duyulma biçimleriydi. Devletle halk arasındaki doğal basınç dengeleyicilerdi bunlar. Şimdi bu dengeler bozuldu.

Dernekler Kanunu’nda yapılan değişiklikler, “kamu yararına çalışmak” kisvesiyle getirilen bildirim zorunlulukları, yurtdışı fonlara dair şeffaflık adı altında geliştirilen baskı mekanizmaları… Bunlar kağıt üstünde düzenleme gibi dursa da, fiilen bir gözdağı sistemine dönüşmüş durumda. Hele ki “ideolojik” görülen ya da mevcut iktidarın hassasiyet alanlarına giren konularda çalışan STK’lar, artık faaliyetlerini sürdürebilmek için sürekli savunma yapmak zorunda kalıyor. Sanki var oluşlarının bir suçu varmış gibi.

Geçmişte LÖSEV, TEMA, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi kurumlar, iktidardan bağımsız hareket etmeleriyle gurur duyarlardı. Bugün aynı tavrı sergilemek cesaret işi haline geldi. Ya fon kesiliyor, ya denetim geliyor, ya da itibarsızlaştırma kampanyaları başlıyor. Hatta öyle ki, artık bazı STK’lar otosansür uygulamaya başladı; açıklama yaparken kelimelerini tartarak konuşuyor, eylem kararı alırken “fazla dikkat çeker mi” endişesi taşıyor. Sivil toplum sanki “resmi toplum”a evriliyor.

Oysa bir ülke, devleti ne kadar güçlü olursa olsun, toplumuyla birlikte büyür. Bu da ancak toplumun özgürce örgütlenebilmesiyle mümkündür. Bugün geldiğimiz noktada, sivil toplumun misyonu değiştirilmiş gibi: Denetlenen, sınırlandırılan, sadece belli alanlara sıkıştırılan, diğer her şeyi ise “sakıncalı” gören bir yapı haline getirildi. Kendi içinde susturulmuş bir çeşit “vitaminli sessizlik” yaratılıyor.

Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, toplumun sesine kulak verebilen bir zemin. Sivil toplum dediğimiz yapı; yalnızca afet zamanı yardım toplayan, yalnızca çevre temizliği yapan kurumlar değildir. Onlar aynı zamanda ses çıkarır, eleştirir, sorgular. Bugün bunların çoğu ya bastırılıyor ya da kendi içine kapanıyor. Ve bu durum, yalnızca STK’ların değil, toplumun da susturulması anlamına geliyor.

Kendi sesinden korkan bir toplum haline gelmek… İşte en büyük kayıp bu olur. Ve biz bu kaybı, aslında çoktan yaşamaya başladık.