Suriye, coğrafyamızın belkide en büyük, çözümü hayati önem taşıyan sorunu.
Özellikle 2011 yılından bugüne kadar geçen süre, bölgedeki devletlerin değil, devletimsi yapılarla beslenen terör örgütlerinin güç kazandığı bir zaman dilimi oldu.
Ülkenin bir kısmı, Amerika ve Avrupa’nın desteğiyle palazlandırılan, halkı temsil etmeyen ve Türkiye’ye doğrudan tehdit oluşturan yapılara terk edildi.
Bunlar silahlandırıldı, eğitildi.
Özellikle YPG bu süreçte ön plana çıkartıldı.
Bugün artık çok açıktır ki; YPG’nin varlığı hem Suriye’nin bütünlüğü hem de Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından mutlak bir tehdit unsurudur.
Bu tehditin görmezden gelinmesi de mümkün değildir.
Kaldı ki mesele sadece Türkiye’nin terörle mücadelesi değildir.
Mesele, bölgesel istikrarın ve Suriye’nin geleceğinin YPG gibi gayrimeşru bir yapının inisiyatifine terk edilip edilmeyeceği meselesidir.
Yine açıkça ifade etmek gerekir ki; YPG’nin varlığını sürdürebilmesinin yegâne sebebi, Amerika Birleşik Devletleri’nin hala devam eden askeri ve mali desteğidir.
ABD, sözde DEAŞ ile mücadele bahanesiyle YPG’ye binlerce TIR silah ve mühimmat sevkiyatı yapmıştır.
Ancak gelinen noktada YPG’nin DEAŞ’a karşı etkili bir mücadele gücü olduğu iddiası çökmüştür.
Zira bu yapı, kendi çıkarlarını tehdit eden unsurlar dışında hiçbir yapıyla doğrudan çatışmamış, Suriye'nin kuzeyinde Türkiye sınırına paralel uzanan bir kuşak kurmakla meşgul olmuştur.
Sırtını ABD ve İsrail’e dayamanın getirdiği destek sayesinde YPG siyasi bir kibir içerisinde sadece silahla değil, aynı zamanda bölgedeki demografik mühendislik çabalarına girişecek bir pervasızlık da sergilemeye başlamış,zaten anlamını bile bilmediği diplomatik görüşmeleri sabote etmiştir.
YPG’nin bu şımarık ve dış kaynaklı özgüven hâli, klasik güvenlik tehditlerinin ötesinde, uluslararası hukukta vekil savaş aktörleri üzerinden sürdürülen hibrit savaş stratejilerinin somut tezahürüdür.
Uluslararası ilişkilerde güvenlik ve egemenlik, birbirinden ayrı düşünülemez.
Türkiye’nin güney sınırında varlık gösteren bir terör yapısı, yalnızca fiziki sınırların değil, aynı zamanda siyasi egemenliğin de ihlalidir. Bu nedenle meseleye sadece sınır güvenliği perspektifinden değil, Türkiye’nin dış politikasında öncelik verdiği “bağımsız karar alma hakkı” temelinden de yaklaşmak gerekir.
Türkiye, menfaatleri ve uluslararası hukukun meşru müdafaa hakkı çerçevesinde gerekli adımları atmalıdır.
Tüm iyi niyetli girişimler karşısında bu kibirli ve şımarık terörist yapının diplomasi dilinden anlamadığı aksine bu dili zafiyet ve oyalama taktiği olarak algıladığı bir tablo ortaya çıkmıştır.
O halde YPG’ye gerçekten anladığı dilden, yani caydırıcı askeri güç diliyle konuşulmalıdır.
Askeri güç kullanmak alternatiflerin tamamen tükendiği anlamına da gelmemektedir; fakat mevcut seçenekler içinde en rasyonel ve etkili araç olduğu da artık tartışmasızdır.
Ancak öyle bir güç kullanılmalıdır ki; YPG’nin fiili devletçik hayalleri sona ermeli ve ayrıca bununla bölgeye istikrar getirecek, üniter Suriye’ye geri dönüşün önünü açacak, sınır güvenliğimizi ve Terörsüz Türkiye hedefinde sapma oluşturmayacak stratejik bir adım olarak tasarlanmalıdır.
Bu tür bir müdahaleyi Türkiye’nin gerçekleştirmesi, sahada oyun kurucu aktör olma yönünde stratejik bir başarıyı da beraberinde getirecektir.
Ancak unutulmamalıdır ki; Suriye’deki parçalanmışlık sürdükçe, sınırlarımızda yeni krizlerin doğması kaçınılmaz olacaktır...