Hasan Tahsin
Köşe Yazarı
Hasan Tahsin
 

“TÜRKİYE CUMHURİYETİ” 102 YAŞINDA… AMA, KAÇINCI CUMHURİYET?

Bizim kuşağımız fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür yetişti... İzmir’de biz daha ilk okul sıralarında işgali, kurtuluşu, Hasan Tahsin’i, Şehit Fethi Bey’i, İktisat Kongresi’ni, Sivas ve Erzurum’u, Sakarya’yı, İnönü’yü, Afyon ovasını, Polatlı’yı, Millet Meclisi’ni, Rıfat Börekçi’yi, Damat Ferit’i, Mudanya ve Lozan’ı, dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden biri olduğumuzu hep öğrenmiştik. Ve her 9 Eylül’de, 23 Nisan’da, 29 Ekim’de hava nasıl olursa Polis Şehitliği’ne, Halkapınar Şehitliği’ne gider, saygıyla durur, dua okurduk. Fuar’a giderdik, küçük trene biner yine hep bir ağızdan marşlar söyler alkışlar alırdık. Çimlerin arasındaki sözleri okur birbirimize anlatırdık.    29 Ekim 2025, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilan edildiği 1923’ten 102 yıl sonraki tarih. Peki 2025 Cumhuriyeti 1923 Cumhuriyeti’nin anlam, ruh, ideal ve itibarını taşıyor mu?  “BOŞ” GEÇEN AYLAR YILLAR... Hatırlayın lütfen, geçen yıl, önceki yıl, daha önceki yıldan aklınızda neler kaldı? 2020, büyük ve gazi meclisimizin 100. yılıydı, ne oldu? 2022 Kurtuluşun 100. yılıydı, ne oldu? 2023 Cumhuriyetimizin 100. Yaşıydı! “Vay be 100. yıl gururu” diyebileceğimiz ne kaldı aklımızda? Yoktu, olamazdı. Çünkü 1923, 2025’e doğru hep anlamını, ruhunu, milli hedefini değiştirerek, içi boşaltılarak geldi! KAÇ CUMHURİYET? Birinci Cumhuriyet 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. Gazi Mustafa Kemal Paşa da üniformasını çıkarıp ilk cumhurbaşkanı seçildi. Gazi Paşa tam 15 yıl ülkemize liderlik etti, dayandığı kurum Türkiye Büyük Millet Meclisi, güvendiği ise yüce Türk Milleti oldu. Cumhurbaşkanı, çeşitli hükümet ve başbakanlarıyla 15 sene içinde ekonomiden eğitim ve sağlığa, yurttaşlık haklarından sanayi ve ticarete, kent yönetim sistemlerinden üniversite ve dış politikaya kadar başı dik alnı açık onurlu bir süreç yaşattı. Yepyeni bir Türkiye toplumu yaşattı. Bu 15 sene içinde isyanlar, suikast girişimleri sıkıntı yarattıysa da Gazi Paşa’nın irade ve deneyimi hepsinin üstesinden geldi. Ancak burada bir parantez açalım. İngiliz siyaseti hiçbir zaman Türkiye Cumhuriyeti’ni içine sindiremedi. Anadolu’da çıkan isyanlarda doğru düzgün araştırılsa kesin İngiliz parmağı çıkacaktır. Çünkü Lozan’ın imzalandığı gün İngiliz Başbakanı, İsmet Paşa’nın yüzüne açık açık söylemişti: “Bir gün para istemeye geleceksiniz biz de bugün alamadıklarımızı para verirken sizden alacağız!”  Kurucu liderimiz, ilk Cumhurbaşkanımız Atatürk’ün son başarısı Hatay’ın sınırlarımıza katılmasıydı. Ama çok isteyip de yapamadığı bir devrim, bilmiyorum ama yaşamını kısalttı. Neydi o devrim? Tabii ki Toprak reformu... Hatta 1936’da Başbakanı İsmet Bey’i Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya göndermişti. Gazi Cumhurbaşkanımız 10 Kasım 1938’de göçtü, gök kubbede bitmeyecek bir hoş sada bırakarak ve milletine güvenerek. Ardından dünyayı kasıp kavuracak ve tüm dengeleri değiştirecek İkinci Dünya Savaşı başladı. İsmet İnönü Cumhurbaşkanı seçildi. Aslında İnönü dönemi oldukça sıkıntılı geçti, özellikle savaş dışı kalmanın bedelini ağır ödedi Türkiye. Atatürk’ün dönemiyle İsmet İnönü dönemini mukayese etmek bence kolay değil zira İnönü dönemi savaş yıllarını kapsıyor. 1938’den 1950’ye kadar Cumhuriyetin kurucu ruhu hakimdi. Burada özellikle Köy Enstitüleri’ni anmak isterim. Köy Enstitüsü düşmanlığı ise tam bir vatan ve cumhuriyet hainliğiydi. Ve kesinlikle bu ihanetin temel taşlarında yine İngiliz izlerini aramak lazım. İsmet İnönü’nün idare yılları için “tıpkı Atatürk zamanı” demek çok doğru olmaz. İkinci Cumhuriyet Atatürk ve kurucu kadronun ilan ettiği Cumhuriyet’in tüm kimlik değerlerinin tepetaklak olmaya başladığı yıldır 1950... İstiklal Savaşı’nın “Galip Hocası” Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı, Atatürk’ün toprak reformu isteğine karşı çıkan toprak ağası ve Amerikan Koleji mezunu Adnan Menderes’in Başbakan olduğu 14 Mayıs 1950 seçimleri, aynı zamanda çok partili fiili yaşama geçişi de Türkiye’ye getirdi. Çok ilginçtir, Atatürk’ün kadrosunda bulunan, İş Bankası’nı kuran, İstiklal Savaşı’nda “bağımsızlık” uğruna faaliyet gösteren Celal Bayar, Demokrat Parti’yle birlikte meydanlarda “küçük Amerika olacağız” diye bağırmıştır. Atatürk’ün özellikle altını çizdiği laikliğin ilk darbe aldığı, dinsel örgütlerin yeniden faaliyete geçmeye başladığı zaman bu zamandır. Yani Lozan’da tehditkâr konuşan İngiliz Başbakanı, öngörüsünde haklı çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki kutuplu dünyada güçler de değişmişti. İngiltere, yerini ABD’ye bırakmış ama yeni dünyada tüm akli deneyimlerini, cinliğini de ABD’ye öğretmişti. Karşı tarafta ise SSCB ve sosyalist blok ve ortada Türkiye. Amerika ve benzerlerinin kurduğu NATO hem Celal Bayar hem de Amerikan Koleji mezunu Adnan Menderes’in tercihi olmuştu. 17 Ekim 1951’de Türkiye, NATO üyeliğine ilişkin protokolü imzaladı. 18 Şubat 1952’de ise meclisten de geçirerek Yunanistan ile aynı anda NATO üyesi oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel direkleri olan ve Atatürk emaneti 6 ilkenin, profesyonelce kemirilmeye başlandığı dönem, NATO üyeliğiyle başlayan dönemdir. Bir parantez daha açalım. Demokrat Parti’nin döneminde başlayan Cumhuriyet karşıtlığı aslında bizzat CHP içinde 1947’de uç vermişti. Cumhuriyet eğitim sisteminin Anadolu insanlarını aydınlatacak Köy Enstitüsü modeli, bizzat CHP’li Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer tarafından hem de övüne övüne 1947’de kapatılmıştı. Anadolu insanını yeniden ağalara, şeyhlere, şıhlara teslim eden bu anlayışın ve Bakan Sirer’in ardında neler olduğunu sadece tahmin ediyorum. Demokrat Parti, Amerikan yardımlarına hatta süt tozlarına bile muhtaçlık yarattı. Halkçılık, yerini görgüsüz bir sonradan görme zengin zümrenin sürecine devretti ki, bu durum hala devam ediyor. “İkinci Cumhuriyet” dediğim 1950-1960 arasında milli sanayi yerine yavaş yavaş yabancı ve yabancı ortaklı girişimler de oluşmaya başladı. Kıbrıs sorununun başlaması, Yunanistan’la yeniden düşman olmamız, milli utanç geceleri 6-7 Eylül olayları da bu dönemdedir. Hatta bir defa 9 Eylül kurtuluş kutlamasının yasaklanması, basına sansür ve aydınlara, gençlere baskılar, tarikat ve kalemlerine destek bu dönemde başladı. Açık söyleyeyim ama bugün yaşadığımız ne varsa başlangıcı 1950’dir ve hala gizemlerle doludur. DP dönemi ne yazık ki Cumhuriyet’in ilk askeri darbesiyle sona erdi. Üçüncü Cumhuriyet 27 Mayıs 1960 tarihi üçüncü Cumhuriyet sürecinin başlangıcıdır. Hala benim nasıl olduğunu anlamadığım, dış bağlantılarından şüphe ettiğim bir garip askeri darbedir. Albayların karar verdiği, bir orgeneralin ikna edildiği bu darbe, akla zarar mahkeme süreci ve asla vicdanların kabul etmediği idamlarla, aslında kahraman olmayanları kahraman etmiş ve Türkiye’nin yönünü bir daha rayına oturmayacağı zamanlara sokmuştur. 1960 darbesi 1961 idamlarından sonra Türkiye Cumhuriyeti, tam da Atatürk’ün en korktuğu sürece girdi: Askeri vesayet! Savaşlar yaşamış ve yönetmiş olan Mustafa Kemal Atatürk, net bir kural koymuştu ortaya: Askerler asla siyasete karışmayacak! Ama bu kural üstelik onun adına 1960’ta çiğnendi ve daha çok çiğnenecekti. Kaldı ki merhum Menderes’in, 1957 sonrası yanlışların farkına vardığı, erken seçime gitmek istediği ama Celal Bayar’ın karşı çıktığı da konuşulanlar arasında. 3. Cumhuriyet’in 1960-1980 arası olduğunu iddia ediyorum. Yeni partiler, anlayışlar, liderlerin, ekonomik ve sosyal sıkıntıların, doğudan batıya göçlerin, inşaat furyalarının başlaması, Kıbrıs Harekâtı, ABD ambargosu ve kuyruklar, grevler, MC hükümetlerinin faşist baskıları, Ecevit’in, Erbakan’ın, Türkeş’in Demirel’in yükselişi... Ve 3. Cumhuriyet yılları, 1923 ve sonrasının yarattığı tüm iktisadi teşekküllerin istismar edildiği, satışlarına zemin hazırlandığı yıllardır. Ama bir şey daha var, 1963 yılında Türk Millî Eğitim Bakanlığı bir acayip iş yapıyor. Çok bilinen bir olay değil bu. Ben de tesadüf eseri öğrendim ve şaşırdım. 1963 yılında ABD’de bir “teşkilat” güya Amerikalı anne, baba, öğrenciler için eğitim kitabı hazırlamış da bizim bakanlık da beğenmiş de Türk anne, baba ve öğretmenlere “nasıl iyi anne baba olunur”, “nasıl arkadaşlık kurulur” başlıklarıyla bir Amerikalının yazdığı satırları tavsiye etmiş. Amerikalılar da pek memnun olmuş ve bakın kitabın girişinde neler yazılmış:   “Amerikada ilmî Araştırmalar Teşkilatı (Science Research Associates) tarafından hazırlanmış olan bu kitap, çocukların eğitiminde anne, baba ve öğretmenlere faydalı olacağı düşüncesiyle ele alınmış, Türkçeye çevrilerek bastırılmıştır.  Bu dildeki kitaplar her ne kadar Amerikalı anne, baba ve öğretmenlere hitab etmek üzere yazılmışsa da çocukların eğitimi meseleleri dünyanın her tarafında aynı olduğundan, Türk anne, baba ve öğretmenlerin de bu aynı şekilde yararlanacaklarına inanıyoruz.” Anlıyor musunuz “amerikanlaştırmak” nasıl bir olay? Tarih sahnesinde bin yıldır olan gerçek bir millet, Türk Milleti, iyi aile olmayı, iyi arkadaş olmayı bir iki asırlık devletten öğrenecek? Buna onay verenlerin Damat Ferit’ten farkı var mıdır sizce? Bu mudur Atatürk Cumhuriyeti’nin özelliği? Ve bir ayrıntı daha; 1963 ya da 1964 İzmir Enternasyonal Fuarı, yabancı katılımcıların en yoğun olduğu Fuardır... 1950’lerde Celal Bayar’ın “küçük Amerika olacağız” hayali, tuhaftır kendisi sahneden çekildikten sonra gerçekleşti. Türkiye, ABD’nin en uçtaki jandarması oldu bitti! Ne olduysa 1971’de de “asker siyasete” ilgi duydu, bir restorasyon gereği hissedildi ve 1961’de idam sayısına eş üç genç asıldı... Bu fotoğraf bile üst iradenin Türkiye içinden değil, “okyanus ötesinden” geldiğini hissettiriyordu. “Okyanus ötesi” o yıllarda fark edilseydi belki de Cumhuriyetin numaralandırılması da eksilirdi. 1960–1980 arası Cumhuriyet’in iktisadi kaleleri, liyakat ve idealizmden uzak, cahil kadroların elinde zarar etmeye endekslendi. Bu zarar etme de geleceğe temeldi. İşte bu yüzden iddia ediyorum, bu yıllar bugünkü Türkiye’nin önsözüydü. 1980 askeri darbesinin yakın öncesi de bir gariptir. Kenan Evren’in beklenmedik şekilde Genel Kurmay Başkanı oluşu, sıkıyönetim günlerinde askeriyenin anlaşılmaz kifayetsizliği ve dökülen onca kan, İstanbul'un göbeğinde 1 Mayıs mitinginde göz göre göre, onca ihbara karşı katliam ve güya “Atatürk ilkelerine işlerlik kazandırmak için” yapılan darbe... Demokrasiyi, rayına oturtmak isteyenler gariptir anayasa oylamasındaki zarflarıyla, demokrasiye tecavüz ediyorlardı. Üstelik gariptir ama, Atatürkçü ordunun paşası meydanlarda “Allah’ın ipine sarılın” diye avaz avaza bağırdı. Bugünlerde İzmir’de bir vaiz de emperyalizmin verdiği destek ve cüretle salya sümük yeni ihanet oyununu sahneye uyarlıyordu. Ama kimse anlamadı, anlayanlar da ses çıkaramadı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, anarşiyi durdurma bahanesiyle, Atatürk’ün ideal ettiği toplumsal yapıyı da değiştirme görevini üstlenmişti. 12 Eylül’ün organizatör üst iradesinin “popüler kültür” diye uydurduğu dejenere prodüksiyona göre, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, bilimden, eleştirmekten, öğrenmekten, araştırmaktan, haklarını aramaktan, toplanmaktan, kitap ve gerçek basından uzaklaştırılacaktı. Korku söylemi de “aman ha 80 öncesine mi dönmek istiyorsunuz?” cümlesinde saklıydı. Anayasa, öyle bir hazırlandı ki, seçim ve partiler kanunları öyle bir çıkarıldı ki, Türkiye dıştan bakıldığında demokrat, eşitlikçi, hakça bölüşmeye açık, laik, sosyal hukuk devletiydi. Ama içi öyle olmayacak ve zaman tüm insani ve milli değerlerin alt üst olacağı zamana dönecekti. 12 Eylül darbesi sadece Atatürk Cumhuriyeti’nin kurucu değerlerine inmedi, tüm vatandaşların hafızalarına da indirildi. ABD ve İngiltere’nin aslında yeni olmayan Ortadoğu ve Türkiye hedefi, yeni bir oyuna döndürüldü. Önceleri “Yeşil Kuşak” denen, sonraları “Ilımlı İslam”, “dinler arası diyalog” gibi anlatılmaya çalışılan, şimdilerde ise “Büyük Ortadoğu Planı” olarak bilinen İsrail merkezli yeni bölge haritası amaç edinildi. 1980 darbesi Anadolu insanının inanç bakışına ne yazık ki “Emevî parfümleri de” sıktı! Bu arada hemen hatırlatmalıyım ki, 1980 darbesinden 4 yıl sonra, fakir fukaralığa ve ağaların, cehaletin pençelerine bırakılan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgemizde çok ciddi bir terör örgütlenmesi çıktı, Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla da gündeme girdi. Bu terörü destekleyenlerle, bugün Ortadoğu’yu kana bulayanların aynı olduğunu sanırım söylemeye gerek bile yok. Dördüncü Cumhuriyet Tarihler 1981’i gösterdiğinde, bir yandan “Atatürk’ün 100. Doğum yılı” bir yandan da askeri diktatörlüğün güya demokrasiye geçme çabaları birbirine karıştı. Atatürk’ün 100. Doğum Yılı, aslında Türk milleti Atatürk’ten soğutma, bıktırma yılıydı. Sadece heykel, büst, isim vermeler ve bolca hamasetle herkese “yeter artık” dedirtti. Her şey beş generalin elindeydi ama aslında perde gerisinde başka güçler ve iş birlikleri vardı. Mesela NATO’nun askeri kanadından ayrılan Yunanistan’ın, bir generalin onayıyla geri dönmesi gibi. Çünkü Amerikalılar, Yunanistan’ı geri dönmeye ikna etmişti. Dördüncü Cumhuriyet süreci 1981 ile 2002 arasıdır... Bu süreçte artık Atatürk gerçeği masallaştırılmıştı. Çok partili hayata geçiş adına üç partiye ve çokça vetoya dayanan bir ucube sistem kuruldu. Adeta kukla oyunu gibiydi. Kuklalar oynuyor ama güçlü kuklacılar kendilerini asla göstermiyordu. İcat edilen YÖK ile aslında akademik özgürlükler yok edildi, üniversitelerin yüksek liseye döndürülmesi gafletine düşüldü. 1983 yılının 6 Kasım tarihi yeni ve ucube sistemin genel seçim tarihiydi. Turgut Sunalp’ın Milliyetçi Demokrasi Partisi, Necdet Calp’ın Halkçı Parti’si ve Turgut Özal’ın Anavatan Parti’si seçime girdi. Milli Güvenlik Konseyi sözde Sunalp’ı destekliyordu. Ama ibre, popülerliğiyle kendini kabul ettiren “tonton” Turgut Özal’a döndü. ANAP yüzde 45,14 ile tek başına iktidar oldu. HP yüzde 30,46 MDP ise yüzde 23,27 oy kazandı. Bu zaman siyasi partilerdeki “ilmi siyasetin” gömüldüğü zamandır. İdeolojik gerçekleri cahilce kötüleyip “biz dört eğilimin partisiyiz” saçmalığı aslında siyasetin, menfaate dönüştüğünü gösterecekti zamanla. Siyasi partiler içinde cehalet ve parası olanın yükseleceği bir yol oluştu. Sağ ve sol yerini “biz ideolojik değiliz” gibi bir cahil kelama bıraktı. Partilerde eğitim artık tarihe karışmıştı. ANAP ve Özal ülkedeki tek sorunun ekonomi olduğunu, memurların da “işlerini bildiğini”, liberalizmle çağ atlanacağını gündeme kazıdılar. Başta basın olmak üzere fikir kokan her odak “tu kaka” oldu... Özal, döviz serbestliğinden hayali ihracat teşviğine kadar gerçekten karşı devrim tadında tüm işleri çabucak yaptı. Siyaset eliyle istismar edilen iktisadi ve milli teşekküllerin artık satılabileceği de konuşulmaya başlandı. Borsa ve hisse senetleri, bankerlik ve tabii ki ABD ile daha yakın ilişkiler.   Hatta kalp ameliyatları bile ABD hastanelerinde yapılıyordu bizimkilerin...   Askeri darbenin yasakladığı siyasetçilerin, el altından duruma müdahale istemeleri bir anda “referandum” yolunu açtı. 6 Eylül 1987 günü halk “siyasi yasakların kalkıp kalkmaması” sorusuna cevap verecekti. Aslında bu referandum sonuçları ilginçtir. Çünkü oylar neredeyse birbirine yakın çıktı. Evet kalksın diyenlerin oranı yüzde 50,16 hayır kalkmasın diyenlerin oranı ise yüzde 49,84 oldu. Sonuçlara bakınca Türk milletinin yarısının darbe ve sonuçlarına karşı durduğunu görüyoruz. Diğer yarı ise, 1980 darbesinin yaratmaya çalıştığı toplum yapısının oturmaya başladığını koyuyor ortaya. Dikkat çekicidir, bu referandumdan beş yıl önce, 7 Kasım 1982 günü darbe anayasası yine Türk Milleti tarafından yüzde 91,37 oyla onaylanmıştı. Aradan geçen beş yıl acaba gerçekte nasıl yaşandı?   Siyasi yasakların kalkmasıyla manzara da değişmeye başladı. Özellikle Süleyman Demirel’in dönüşü ve Doğru Yol Partisi’nin başına geçmesi, eski kardeşi Turgut Özal’ı oldukça rahatsız etti. 1987 seçimleri, ANAP’ın da çöküşünün başlangıcıydı. Bu süreçte toplumsal yozlaşma hemen her alanda görülüyordu. Toplumun değerleri, karşılıklı hoşgörü, dayanışma ve paylaşıma terk ediliyor, menfaat hırsları, inşaat müteahhitlerinin boy göstermesi, yolsuzluk haberleri sıklıkla duyulmaya başlıyordu. Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olup beklenmedik şekilde ölümüyle Türkiye’nin bugünler için atılan temeli kat kat çıkılmaya başlandı. 90’lı yıllarsa insan aklına sığmadık şekilde geçti, onca değerli insanımıza kıyıldı, ABD ve Çekiç Güç destekli terör, dağlardan şehirlere indi molotoflarla... Basın tamamen medyalaştı ve “tüccar” damgası artık gazetecilere de vurulmaya, sokak gazeteciliği, plaza medyacılığına döndü.   Bilgisayar, cep telefonu derken Türkiye bir de alt üst kimlik tartışmalarını yaşamaya başladı. 1923 Cumhuriyeti’nin 75. Yılı tam da 1998’di...  Ne yazık ki yüreğinde Mustafa Kemal sevgisini, beyninde Mustafa Kemal düşüncesini yaşatan yurttaşlar, 75. Yılda 10. ve 50. Yıl marşlarını söylüyordu ve yönetici iradelerin umurunda değildi. 1999 yılının şubatında terör örgüt lideri, onu yıllarca destekleyenlerce derdest edildi ve Türkiye’ye verildi. Yeni yetme liderler Mesut Yılmaz, Tansu Çiller didişmesi Türkiye’de seçim getirdi ve yıllar sonra Bülent Ecevit o da Mesut Yılmaz’lı ANAP ve Devlet Bahçeli’li MHP ile koalisyon hükümetinin Başbakanı oldu. Bu arada 1997’deki askeri muhtırayı, üniversitelerde birden patlayan başörtüsü olaylarını, aczmendileri yazmıyorum. Çünkü “28 Şubat” tamamıyla bir prodüksiyondu ve bu prodüksiyonun talihlisi de şimdi ABD kanatları altına giren Fethullah Gülen’di...  28 Şubat sürecini “bin yıl sürecek” diye anlatanlar, o bin yıla nelerin damgasını vuracağını düşünememişlerdi. Askerlerdi ama Atatürk’ün düşünceleriyle donanmamışlardı. 1999 depremi ise tam kırılma yaşattı ülkemize... Ardından ciddi ekonomik buhranlar, Kemal Derviş adlı “yeni nesil düyunu umumiye müfettişi”, sağcı mı solcu mu belirsiz bir zatın, hastalanmış Ecevit’e yutturulması, Başbakanlık önünde yazar kasanın fırlatılması, Cumhurbaşkanı Sezer’le “nankör kedi” tartışması, Kemal Derviş’in raporları derken, Devlet Bahçeli’nin bir gün “haydi seçime” çağrısı aslında 4. Cumhuriyetin sonunu haber veriyordu. Beşinci Cumhuriyet Gariptir, Kemal Derviş Efendi’nin yazdığı raporları okumak Ecevit’e değil AK Parti’ye nasip oldu. 2002 Kasım ayı sonuçları 5. Cumhuriyetin ilan çanlarını çalıyordu. Her şeye rağmen milli kelimesinin anlamını iyi bilen Erbakan Hoca’nın has adamları ile öğrencileri Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç ve diğerleri bir anda isyan bayrağını açtılar. İstanbul Belediye Başkanı iken şiir okudu diye görevinden alınıp hapse atılan Erdoğan’ı artık tanımayanlar da öğrenmişti. Düşüncemde ısrar ediyorum, o 28 Şubat ve bugüne bakıyorum da sanki tıkır tıkır işleyen bir plan hissediyorum. Öyle ki, Cumhuriyet 100. yaşına giderken, sanki Lozan’daki İngiliz Başbakanı mezarından kalkmış ve operasyonun başına geçmiş gibiydi. Ve tabii ki yine 28 Şubat sürecinde ABD’ye kaçan, yakın dostları papazlarla hahamlar olan Müslüman hocanın “altın nesli” vardı “yeni Türkiye” sürecinde. AK Parti’nin kuruluş bildirisi herkesi şaşırttı. “Aydınlığa açık, karanlığa kapalıyız” diyorlardı. Yanlarında “hocanın adamları”, arkalarında uluslararası destekle, Türkiye içinde asla şans verilmeyenler tek başına iktidar oldu 2002 3 Kasım’da...  Sonra Abdullah Gül Cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan Başbakan, Bülent Arınç da TBMM başkanı oldu. Ama “zikirle fikir” aynı olmayacaktı... Beşinci Cumhuriyet 2002-2017 arasıdır. Ekonomide ciddi iyileşmeler, umutlar oluşsa da pek çok şüphe ve kaygı da yaşanıyordu. Hep merak ederim, iktidar muhalefet dengeleri hep hissedilirken, AK Parti iktidarında muhalefet, nedense kendi içine dönük, halktan uzak, tarihin ve talihin farkında olmayan cahil yapılara dönüştü. Medyalaşan basın hem sermaye hem de konsept olarak yavaş yavaş AKP’ye yanaştı. Ancak eminim iktidar kafasında hep bir askeriye çekincesi vardı. İşte o konuda kendilerine “hizmet cemaati” diyen grup yardıma yetişti. Ancak istihbarat teşkilatlarında görülebilecek kumpas, tuzak ve yöntemlerle AKP’nin elini kolaylaştırdı. 2006 yılında “organize edilen” Ergenekon kumpasıyla, yüreğinde bağımsızlık, Atatürk Cumhuriyeti ilkeleri olan paşa ve askerleri bir bir avladılar. Genel Kurmay Başkanı’na “bir numaralı terörist” muamelesi yaptılar.  Yetmedi, Bülen Arınç’ın nasıl uydurduysa bir ihbarı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kötü günler için organize ettiği kadim bilgilere ulaşıldı, Kozmik Oda baskınıyla Türkiye artık meydana atılmış çırılçıplaktı. Kozmik Oda baskını sonuçlarının ne olduğu hala meçhuldür. Bu arada “hizmet cemaati” temel yöntemi “inkâr ve iftira” ile çok can yaktılar. Profesyonelce ve yanlarındaki uluslararası desteklerle Türkiye Cumhuriyeti’nin en hassas birim ve kurumlarına sızdılar, Atatürk’ün ordusuna kadar sızıldı ve örgütlenildi. Üniversite, sivil toplum kuruluşlarında, emniyet ve istihbaratta adeta “paralel Türkiye devleti” oldular ama ipler yurt dışıydı. Burada da öncelikle İngiliz yöntemlerine dikkat çekmek isterim. Ne istedilerse aldılar, kendilerine laf edenleri adeta lince tabi tuttular, kendi okul, hastane, üniversite, dernek, vakıf, gazete televizyon ve radyolarını kurdular, hatta kendilerine has istihbarat ve iletişim kanallarını bile oluşturdular. Başucu kuralları “inkâr ve iftirayı” çevre edinmek için, inandıklarını iddia ettikleri dinin yasakladığı iftira ve şantajla sağladılar. Bu süreçte iktidarı hep ikna ettiler. Öyle ki Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhuriyet savcılarını teröristlerin ayaklarına kadar götürdüler. Ama öyle bir zaman geldi ki... MİT kriziyle, dershanelerin kapatılmasıyla AKP içindeki bazı güçler maskeyi indirme zamanının geldiğini anladı. Lakin güya ve neye, kimlere olduğu belli olmayan “hizmet” panikledi. 17-25 Aralık 2013’te düğmeye bastılar. Geri tepti...  Hazırlandılar gece gündüz... Ve takvim 15 Temmuz 2016’yı gösterdiği cuma günü, tarihin yazmadığı bir saçmalıkla “intihar saldırısına, ihanetine” cüret ettiler...   Çok tuhaf bir sürece girdi Türkiye... Hatta öyle ki, Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan, Efkarı Umumiyeye ilan etti, tarih 3 Ağustos 2016: “Rabbim de milletim de bizi affetsin, bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya dökememiş olmanın üzüntüsü içerisindeyim.” Yani Cumhurbaşkanı kandırıldıklarını kabul etti... Şehit Necip Hablemitoğlu’nu dinlemedikleri için yanlış yaptıklarını kabul etti. Yani onca yurtsever asker ve sivilin adeta linç edildiğini kabul etti. Yani “Kozmik Oda” Baskını ihanetiyle Türkiye’nin sırlarının deşifre edildiğini kabul etti. Yani Ergenekon yalanına savcı edilmiş şahsın yanlış olduğunu, kendisini uyaranları kötü gördüğünü de kabul etti.   Bugün adına “Fetö” denen yapının tehdit ve riski sona ermedi. Çünkü bu örgütün tek farkı, kolay değişime inandırmak. Zaten bu havayla yüce meclisi yani halk iradesini bombalama ihanetini de kolay yaptılar. Vicdanlar satılıktı ve satılmıştı çünkü. Türkiye Cumhuriyeti tarih boyunca pek çok isyan, ihanet yaşadı ama 15 Temmuz gibi bir iğrençliği ne kadar hak etti hala bilmiyorum. İnanamadığım bir ayrıntı da 15 Temmuz’un hemen sonrası İstanbul Yenikapı’daki mitingde bir araya gelebilen siyasi liderlerin, kısa süre sonra yenden ayrışmaları. Evet, sistem artık Atatürk sistemi değildi ama Cumhurbaşkanlığı sistemini CHP, muhalefet etse de kabul etti ve MHP ile birlikte en olmayacak adayı Erdoğan’ın karşısına çıkardı. Tabi arada, bence Cumhuriyet neslinden Deniz Baykal’a kurulan komployu ve sonrasını da yazmıyorum. 15 Temmuz’un sırları daha örtülü. Belki bizler öğrenemeyeceğiz ama, 15, 20 yıl sonra araştırmacıların dikkatini çekeceğine inanıyorum. Lakin umarım araştırmacılar objektif olur. Bu örgüt “inkâr ve iftira” üzerine kur(d)ulmuş ve “değişimi” çok iyi biliyor. Yani dün hocanın elini öpenler bugün ona en ağır küfürleri edebiliyor. 15 Temmuz 2016 ihaneti, Türkiye’de iktidarı elinde tutanlar için ne kadar ders oldu endişeliyim, ama Cumhuriyet görünümlü “meşruti yapının” kurulmasına bu cemaat şer şekilde vesile oldu. Beşinci Cumhuriyet de böylelikle noktalandı. Beşinciden sonra kurulan yapının Cumhuriyet mi yoksa 3. Meşrutiyet mi olduğuna hala kanaat getiremedim. Altıncı Cumhuriyet mi Yoksa Üçüncü Meşrutiyet mi? Bazen düşünüyorum da şu 15 Temmuz ihanetini Türkiye’ye reva görenlerin gerçek niyetleri neydi? İktidar olan AKP daha da güçlenirken, muhalefet ve çevresi adı konulamaz bir garabeti yaşadı durdu. Atatürk’ün kurduğu CHP’nin içler acısı kimliksizliği bile kimseyi rahatsız etmiyor bugün. Biz neyiz? Türkiye ne demek?  1923’te hangi şartlarla kurdu Mustafa Kemal o Cumhuriyet’i? Konuşmuyoruz bile... O ihanet gecesinden bir yıl sonra 16 Nisan 2017’de bir referandumla 1923 Cumhuriyet sistemine resmen son verildi. “Başkanlık sistemi ve hükümeti” adında yeni bir sistem başladı. Muhalif partiler karşı çıksalar da kabul ettiler, aday çıkardılar ve kaybettiler. Kaybedenler kendi küçük dünyalarında saltanatlarına devam ederken Recep Tayyip Erdoğan’ın yeni yetkileriyle “ikinci Atatürk” olduğunu iddia edenler bile çıktı.  An itibariyle Türkiye devletinin sistem ve modeli nedir? Ve Mustafa Kemal Atatürk’le ilgisi var mıdır? Şimdi son bölüme buyurun, hangi Cumhuriyet, 1923’ten bu yana “kaçıncı” Cumhuriyet? Hangi Cumhuriyet? Çok uzun bir yazı oldu, farkındayım. Çoğunuz da sonuna kadar okumayacak biliyorum. Çünkü “okumama” emrinin verildiği tarih 12 Eylül 1980. 1980 hepimize sürekli unutmayı, her meslekte gazetecilikte, tarihçilikte, yayıncılıkta tüccarlığı, aldatmayı, kandırmayı, satın almayı ve satmayı, sürekli romantik davranmayı, bana neciliği, ayrışmayı, koşulsuz biat etmeyi, sadakacılığı, emeksiz yemeği, “mış gibi” yapmayı, ekonomi sayfalarını, hisse senetlerini, Cuma namazına gidip çalmayı, ağaç kesmeyi, Araplara kardeş, batıya müttefik demeyi, “Ne Mutlu Türküm Diyene” dememeyi, kimliksizlik içinde kimlik aramayı, Atatürk’ü sever görünüp küfretmeyi, kadın öldürmeyi, çocuk istismarını, yardımlardan çalmayı, depremi fırsat bilmeyi, “Allah” deyip Allah’ın lanetlendiği her  şeyi yapabilmeyi, tarihe saygı duyuyormuş gibi yapıp tarihsel mirası talan etmeyi, Atatürk’ün bataklık üzerinde yaptığı cennete saray dikmeyi, zenginin ihmalinden ölmeye “fıtrat” demeyi, müteahhitlere dokunulmazlık vermeyi,  mafyaya “kurtarıcı” diye bakmayı, ana okullarına mescit yapmayı, yurt olmadığı için parkta yatan üniversitelilere cami yapmayı, adam kayırma, torpil, ayrışma, yalan, talan ve cehaleti teşviği, hanedancılığı hortlatmayı, Cumhuriyet miraslarını “babalar gibi” satmayı, çok sevdiğin Osmanlı’yı, İngiliz’le birlik olup arkadan kalleşçe vurmuş Arap yüzsüzlere paraları için Boğaz’ı vermeyi, kendi vatandaşlarına değil, mültecilere vatandaş gibi davranmayı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını üç kuruşa satmayı, askeri “hizaya getirmek” adına paşaları cumaya götürmeyi, emekliyi dilenciliğe, gençliği umutsuzluğa, kadınları korkuya, çocukları gözyaşlarına mahkum etmeyi öğretmedi mi? Şimdi eğer buraya kadar okuduysanız gerçekten, sadece düşünün! Biz 29 Ekim 2025 günü neyi, hangi ruhla kutladık? Gerçi kutlama da yok... Birkaç konser falan... Zaten 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ni de şarkıcılar kurmuştu değil mi? Kusura bakmayın ben kutlama falan yapmadım, sadece gözlerimi kapatıp “unutmamaya” yemin edip semaya bakıp! NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE          
Ekleme Tarihi: 01 Kasım 2025 -Cumartesi

“TÜRKİYE CUMHURİYETİ” 102 YAŞINDA… AMA, KAÇINCI CUMHURİYET?

Bizim kuşağımız fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür yetişti...

İzmir’de biz daha ilk okul sıralarında işgali, kurtuluşu, Hasan Tahsin’i, Şehit Fethi Bey’i, İktisat Kongresi’ni, Sivas ve Erzurum’u, Sakarya’yı, İnönü’yü, Afyon ovasını, Polatlı’yı, Millet Meclisi’ni, Rıfat Börekçi’yi, Damat Ferit’i, Mudanya ve Lozan’ı, dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden biri olduğumuzu hep öğrenmiştik.

Ve her 9 Eylül’de, 23 Nisan’da, 29 Ekim’de hava nasıl olursa Polis Şehitliği’ne, Halkapınar Şehitliği’ne gider, saygıyla durur, dua okurduk. Fuar’a giderdik, küçük trene biner yine hep bir ağızdan marşlar söyler alkışlar alırdık. Çimlerin arasındaki sözleri okur birbirimize anlatırdık.   

29 Ekim 2025, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilan edildiği 1923’ten 102 yıl sonraki tarih.

Peki 2025 Cumhuriyeti 1923 Cumhuriyeti’nin anlam, ruh, ideal ve itibarını taşıyor mu?

 “BOŞ” GEÇEN AYLAR YILLAR...

Hatırlayın lütfen, geçen yıl, önceki yıl, daha önceki yıldan aklınızda neler kaldı?

2020, büyük ve gazi meclisimizin 100. yılıydı, ne oldu?

2022 Kurtuluşun 100. yılıydı, ne oldu?

2023 Cumhuriyetimizin 100. Yaşıydı!

“Vay be 100. yıl gururu” diyebileceğimiz ne kaldı aklımızda?

Yoktu, olamazdı.

Çünkü 1923, 2025’e doğru hep anlamını, ruhunu, milli hedefini değiştirerek, içi boşaltılarak geldi!

KAÇ CUMHURİYET?

Birinci Cumhuriyet

29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. Gazi Mustafa Kemal Paşa da üniformasını çıkarıp ilk cumhurbaşkanı seçildi. Gazi Paşa tam 15 yıl ülkemize liderlik etti, dayandığı kurum Türkiye Büyük Millet Meclisi, güvendiği ise yüce Türk Milleti oldu. Cumhurbaşkanı, çeşitli hükümet ve başbakanlarıyla 15 sene içinde ekonomiden eğitim ve sağlığa, yurttaşlık haklarından sanayi ve ticarete, kent yönetim sistemlerinden üniversite ve dış politikaya kadar başı dik alnı açık onurlu bir süreç yaşattı. Yepyeni bir Türkiye toplumu yaşattı. Bu 15 sene içinde isyanlar, suikast girişimleri sıkıntı yarattıysa da Gazi Paşa’nın irade ve deneyimi hepsinin üstesinden geldi. Ancak burada bir parantez açalım. İngiliz siyaseti hiçbir zaman Türkiye Cumhuriyeti’ni içine sindiremedi. Anadolu’da çıkan isyanlarda doğru düzgün araştırılsa kesin İngiliz parmağı çıkacaktır. Çünkü Lozan’ın imzalandığı gün İngiliz Başbakanı, İsmet Paşa’nın yüzüne açık açık söylemişti: “Bir gün para istemeye geleceksiniz biz de bugün alamadıklarımızı para verirken sizden alacağız!” 

Kurucu liderimiz, ilk Cumhurbaşkanımız Atatürk’ün son başarısı Hatay’ın sınırlarımıza katılmasıydı. Ama çok isteyip de yapamadığı bir devrim, bilmiyorum ama yaşamını kısalttı. Neydi o devrim?

Tabii ki Toprak reformu...

Hatta 1936’da Başbakanı İsmet Bey’i Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya göndermişti.

Gazi Cumhurbaşkanımız 10 Kasım 1938’de göçtü, gök kubbede bitmeyecek bir hoş sada bırakarak ve milletine güvenerek. Ardından dünyayı kasıp kavuracak ve tüm dengeleri değiştirecek İkinci Dünya Savaşı başladı. İsmet İnönü Cumhurbaşkanı seçildi. Aslında İnönü dönemi oldukça sıkıntılı geçti, özellikle savaş dışı kalmanın bedelini ağır ödedi Türkiye. Atatürk’ün dönemiyle İsmet İnönü dönemini mukayese etmek bence kolay değil zira İnönü dönemi savaş yıllarını kapsıyor. 1938’den 1950’ye kadar Cumhuriyetin kurucu ruhu hakimdi. Burada özellikle Köy Enstitüleri’ni anmak isterim. Köy Enstitüsü düşmanlığı ise tam bir vatan ve cumhuriyet hainliğiydi.

Ve kesinlikle bu ihanetin temel taşlarında yine İngiliz izlerini aramak lazım. İsmet İnönü’nün idare yılları için “tıpkı Atatürk zamanı” demek çok doğru olmaz.

İkinci Cumhuriyet

Atatürk ve kurucu kadronun ilan ettiği Cumhuriyet’in tüm kimlik değerlerinin tepetaklak olmaya başladığı yıldır 1950...

İstiklal Savaşı’nın “Galip Hocası” Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı, Atatürk’ün toprak reformu isteğine karşı çıkan toprak ağası ve Amerikan Koleji mezunu Adnan Menderes’in Başbakan olduğu 14 Mayıs 1950 seçimleri, aynı zamanda çok partili fiili yaşama geçişi de Türkiye’ye getirdi.

Çok ilginçtir, Atatürk’ün kadrosunda bulunan, İş Bankası’nı kuran, İstiklal Savaşı’nda “bağımsızlık” uğruna faaliyet gösteren Celal Bayar, Demokrat Parti’yle birlikte meydanlarda “küçük Amerika olacağız” diye bağırmıştır. Atatürk’ün özellikle altını çizdiği laikliğin ilk darbe aldığı, dinsel örgütlerin yeniden faaliyete geçmeye başladığı zaman bu zamandır.

Yani Lozan’da tehditkâr konuşan İngiliz Başbakanı, öngörüsünde haklı çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki kutuplu dünyada güçler de değişmişti. İngiltere, yerini ABD’ye bırakmış ama yeni dünyada tüm akli deneyimlerini, cinliğini de ABD’ye öğretmişti. Karşı tarafta ise SSCB ve sosyalist blok ve ortada Türkiye.

Amerika ve benzerlerinin kurduğu NATO hem Celal Bayar hem de Amerikan Koleji mezunu Adnan Menderes’in tercihi olmuştu. 17 Ekim 1951’de Türkiye, NATO üyeliğine ilişkin protokolü imzaladı. 18 Şubat 1952’de ise meclisten de geçirerek Yunanistan ile aynı anda NATO üyesi oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel direkleri olan ve Atatürk emaneti 6 ilkenin, profesyonelce kemirilmeye başlandığı dönem, NATO üyeliğiyle başlayan dönemdir.

Bir parantez daha açalım.

Demokrat Parti’nin döneminde başlayan Cumhuriyet karşıtlığı aslında bizzat CHP içinde 1947’de uç vermişti. Cumhuriyet eğitim sisteminin Anadolu insanlarını aydınlatacak Köy Enstitüsü modeli, bizzat CHP’li Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer tarafından hem de övüne övüne 1947’de kapatılmıştı.

Anadolu insanını yeniden ağalara, şeyhlere, şıhlara teslim eden bu anlayışın ve Bakan Sirer’in ardında neler olduğunu sadece tahmin ediyorum.

Demokrat Parti, Amerikan yardımlarına hatta süt tozlarına bile muhtaçlık yarattı. Halkçılık, yerini görgüsüz bir sonradan görme zengin zümrenin sürecine devretti ki, bu durum hala devam ediyor.

“İkinci Cumhuriyet” dediğim 1950-1960 arasında milli sanayi yerine yavaş yavaş yabancı ve yabancı ortaklı girişimler de oluşmaya başladı. Kıbrıs sorununun başlaması, Yunanistan’la yeniden düşman olmamız, milli utanç geceleri 6-7 Eylül olayları da bu dönemdedir. Hatta bir defa 9 Eylül kurtuluş kutlamasının yasaklanması, basına sansür ve aydınlara, gençlere baskılar, tarikat ve kalemlerine destek bu dönemde başladı. Açık söyleyeyim ama bugün yaşadığımız ne varsa başlangıcı 1950’dir ve hala gizemlerle doludur. DP dönemi ne yazık ki Cumhuriyet’in ilk askeri darbesiyle sona erdi.

Üçüncü Cumhuriyet

27 Mayıs 1960 tarihi üçüncü Cumhuriyet sürecinin başlangıcıdır. Hala benim nasıl olduğunu anlamadığım, dış bağlantılarından şüphe ettiğim bir garip askeri darbedir. Albayların karar verdiği, bir orgeneralin ikna edildiği bu darbe, akla zarar mahkeme süreci ve asla vicdanların kabul etmediği idamlarla, aslında kahraman olmayanları kahraman etmiş ve Türkiye’nin yönünü bir daha rayına oturmayacağı zamanlara sokmuştur.

1960 darbesi 1961 idamlarından sonra Türkiye Cumhuriyeti, tam da Atatürk’ün en korktuğu sürece girdi: Askeri vesayet!

Savaşlar yaşamış ve yönetmiş olan Mustafa Kemal Atatürk, net bir kural koymuştu ortaya: Askerler asla siyasete karışmayacak! Ama bu kural üstelik onun adına 1960’ta çiğnendi ve daha çok çiğnenecekti. Kaldı ki merhum Menderes’in, 1957 sonrası yanlışların farkına vardığı, erken seçime gitmek istediği ama Celal Bayar’ın karşı çıktığı da konuşulanlar arasında.

3. Cumhuriyet’in 1960-1980 arası olduğunu iddia ediyorum. Yeni partiler, anlayışlar, liderlerin, ekonomik ve sosyal sıkıntıların, doğudan batıya göçlerin, inşaat furyalarının başlaması, Kıbrıs Harekâtı, ABD ambargosu ve kuyruklar, grevler, MC hükümetlerinin faşist baskıları, Ecevit’in, Erbakan’ın, Türkeş’in Demirel’in yükselişi... Ve 3. Cumhuriyet yılları, 1923 ve sonrasının yarattığı tüm iktisadi teşekküllerin istismar edildiği, satışlarına zemin hazırlandığı yıllardır.

Ama bir şey daha var, 1963 yılında Türk Millî Eğitim Bakanlığı bir acayip iş yapıyor. Çok bilinen bir olay değil bu. Ben de tesadüf eseri öğrendim ve şaşırdım. 1963 yılında ABD’de bir “teşkilat” güya Amerikalı anne, baba, öğrenciler için eğitim kitabı hazırlamış da bizim bakanlık da beğenmiş de Türk anne, baba ve öğretmenlere “nasıl iyi anne baba olunur”, “nasıl arkadaşlık kurulur” başlıklarıyla bir Amerikalının yazdığı satırları tavsiye etmiş. Amerikalılar da pek memnun olmuş ve bakın kitabın girişinde neler yazılmış:  

“Amerikada ilmî Araştırmalar Teşkilatı (Science Research Associates) tarafından hazırlanmış olan bu kitap, çocukların eğitiminde anne, baba ve öğretmenlere faydalı olacağı düşüncesiyle ele alınmış, Türkçeye çevrilerek bastırılmıştır.  Bu dildeki kitaplar her ne kadar Amerikalı anne, baba ve öğretmenlere hitab etmek üzere yazılmışsa da çocukların eğitimi meseleleri dünyanın her tarafında aynı olduğundan, Türk anne, baba ve öğretmenlerin de bu aynı şekilde yararlanacaklarına inanıyoruz.”

Anlıyor musunuz “amerikanlaştırmak” nasıl bir olay?

Tarih sahnesinde bin yıldır olan gerçek bir millet, Türk Milleti, iyi aile olmayı, iyi arkadaş olmayı bir iki asırlık devletten öğrenecek?

Buna onay verenlerin Damat Ferit’ten farkı var mıdır sizce?

Bu mudur Atatürk Cumhuriyeti’nin özelliği?

Ve bir ayrıntı daha; 1963 ya da 1964 İzmir Enternasyonal Fuarı, yabancı katılımcıların en yoğun olduğu Fuardır... 1950’lerde Celal Bayar’ın “küçük Amerika olacağız” hayali, tuhaftır kendisi sahneden çekildikten sonra gerçekleşti. Türkiye, ABD’nin en uçtaki jandarması oldu bitti!

Ne olduysa 1971’de de “asker siyasete” ilgi duydu, bir restorasyon gereği hissedildi ve 1961’de idam sayısına eş üç genç asıldı...

Bu fotoğraf bile üst iradenin Türkiye içinden değil, “okyanus ötesinden” geldiğini hissettiriyordu. “Okyanus ötesi” o yıllarda fark edilseydi belki de Cumhuriyetin numaralandırılması da eksilirdi. 1960–1980 arası Cumhuriyet’in iktisadi kaleleri, liyakat ve idealizmden uzak, cahil kadroların elinde zarar etmeye endekslendi. Bu zarar etme de geleceğe temeldi. İşte bu yüzden iddia ediyorum, bu yıllar bugünkü Türkiye’nin önsözüydü.

1980 askeri darbesinin yakın öncesi de bir gariptir. Kenan Evren’in beklenmedik şekilde Genel Kurmay Başkanı oluşu, sıkıyönetim günlerinde askeriyenin anlaşılmaz kifayetsizliği ve dökülen onca kan, İstanbul'un göbeğinde 1 Mayıs mitinginde göz göre göre, onca ihbara karşı katliam ve güya “Atatürk ilkelerine işlerlik kazandırmak için” yapılan darbe... Demokrasiyi, rayına oturtmak isteyenler gariptir anayasa oylamasındaki zarflarıyla, demokrasiye tecavüz ediyorlardı. Üstelik gariptir ama, Atatürkçü ordunun paşası meydanlarda “Allah’ın ipine sarılın” diye avaz avaza bağırdı. Bugünlerde İzmir’de bir vaiz de emperyalizmin verdiği destek ve cüretle salya sümük yeni ihanet oyununu sahneye uyarlıyordu. Ama kimse anlamadı, anlayanlar da ses çıkaramadı.

12 Eylül 1980 askeri darbesi, anarşiyi durdurma bahanesiyle, Atatürk’ün ideal ettiği toplumsal yapıyı da değiştirme görevini üstlenmişti. 12 Eylül’ün organizatör üst iradesinin “popüler kültür” diye uydurduğu dejenere prodüksiyona göre, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, bilimden, eleştirmekten, öğrenmekten, araştırmaktan, haklarını aramaktan, toplanmaktan, kitap ve gerçek basından uzaklaştırılacaktı.

Korku söylemi de “aman ha 80 öncesine mi dönmek istiyorsunuz?” cümlesinde saklıydı. Anayasa, öyle bir hazırlandı ki, seçim ve partiler kanunları öyle bir çıkarıldı ki, Türkiye dıştan bakıldığında demokrat, eşitlikçi, hakça bölüşmeye açık, laik, sosyal hukuk devletiydi.

Ama içi öyle olmayacak ve zaman tüm insani ve milli değerlerin alt üst olacağı zamana dönecekti. 12 Eylül darbesi sadece Atatürk Cumhuriyeti’nin kurucu değerlerine inmedi, tüm vatandaşların hafızalarına da indirildi.

ABD ve İngiltere’nin aslında yeni olmayan Ortadoğu ve Türkiye hedefi, yeni bir oyuna döndürüldü. Önceleri “Yeşil Kuşak” denen, sonraları “Ilımlı İslam”, “dinler arası diyalog” gibi anlatılmaya çalışılan, şimdilerde ise “Büyük Ortadoğu Planı” olarak bilinen İsrail merkezli yeni bölge haritası amaç edinildi. 1980 darbesi Anadolu insanının inanç bakışına ne yazık ki “Emevî parfümleri de” sıktı!

Bu arada hemen hatırlatmalıyım ki, 1980 darbesinden 4 yıl sonra, fakir fukaralığa ve ağaların, cehaletin pençelerine bırakılan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgemizde çok ciddi bir terör örgütlenmesi çıktı, Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla da gündeme girdi. Bu terörü destekleyenlerle, bugün Ortadoğu’yu kana bulayanların aynı olduğunu sanırım söylemeye gerek bile yok.

Dördüncü Cumhuriyet

Tarihler 1981’i gösterdiğinde, bir yandan “Atatürk’ün 100. Doğum yılı” bir yandan da askeri diktatörlüğün güya demokrasiye geçme çabaları birbirine karıştı. Atatürk’ün 100. Doğum Yılı, aslında Türk milleti Atatürk’ten soğutma, bıktırma yılıydı. Sadece heykel, büst, isim vermeler ve bolca hamasetle herkese “yeter artık” dedirtti. Her şey beş generalin elindeydi ama aslında perde gerisinde başka güçler ve iş birlikleri vardı. Mesela NATO’nun askeri kanadından ayrılan Yunanistan’ın, bir generalin onayıyla geri dönmesi gibi. Çünkü Amerikalılar, Yunanistan’ı geri dönmeye ikna etmişti.

Dördüncü Cumhuriyet süreci 1981 ile 2002 arasıdır...

Bu süreçte artık Atatürk gerçeği masallaştırılmıştı. Çok partili hayata geçiş adına üç partiye ve çokça vetoya dayanan bir ucube sistem kuruldu. Adeta kukla oyunu gibiydi. Kuklalar oynuyor ama güçlü kuklacılar kendilerini asla göstermiyordu. İcat edilen YÖK ile aslında akademik özgürlükler yok edildi, üniversitelerin yüksek liseye döndürülmesi gafletine düşüldü. 1983 yılının 6 Kasım tarihi yeni ve ucube sistemin genel seçim tarihiydi. Turgut Sunalp’ın Milliyetçi Demokrasi Partisi, Necdet Calp’ın Halkçı Parti’si ve Turgut Özal’ın Anavatan Parti’si seçime girdi. Milli Güvenlik Konseyi sözde Sunalp’ı destekliyordu. Ama ibre, popülerliğiyle kendini kabul ettiren “tonton” Turgut Özal’a döndü.

ANAP yüzde 45,14 ile tek başına iktidar oldu. HP yüzde 30,46 MDP ise yüzde 23,27 oy kazandı. Bu zaman siyasi partilerdeki “ilmi siyasetin” gömüldüğü zamandır.

İdeolojik gerçekleri cahilce kötüleyip “biz dört eğilimin partisiyiz” saçmalığı aslında siyasetin, menfaate dönüştüğünü gösterecekti zamanla.

Siyasi partiler içinde cehalet ve parası olanın yükseleceği bir yol oluştu. Sağ ve sol yerini “biz ideolojik değiliz” gibi bir cahil kelama bıraktı. Partilerde eğitim artık tarihe karışmıştı.

ANAP ve Özal ülkedeki tek sorunun ekonomi olduğunu, memurların da “işlerini bildiğini”, liberalizmle çağ atlanacağını gündeme kazıdılar.

Başta basın olmak üzere fikir kokan her odak “tu kaka” oldu...

Özal, döviz serbestliğinden hayali ihracat teşviğine kadar gerçekten karşı devrim tadında tüm işleri çabucak yaptı. Siyaset eliyle istismar edilen iktisadi ve milli teşekküllerin artık satılabileceği de konuşulmaya başlandı. Borsa ve hisse senetleri, bankerlik ve tabii ki ABD ile daha yakın ilişkiler.  

Hatta kalp ameliyatları bile ABD hastanelerinde yapılıyordu bizimkilerin...  

Askeri darbenin yasakladığı siyasetçilerin, el altından duruma müdahale istemeleri bir anda “referandum” yolunu açtı. 6 Eylül 1987 günü halk “siyasi yasakların kalkıp kalkmaması” sorusuna cevap verecekti. Aslında bu referandum sonuçları ilginçtir. Çünkü oylar neredeyse birbirine yakın çıktı. Evet kalksın diyenlerin oranı yüzde 50,16 hayır kalkmasın diyenlerin oranı ise yüzde 49,84 oldu. Sonuçlara bakınca Türk milletinin yarısının darbe ve sonuçlarına karşı durduğunu görüyoruz. Diğer yarı ise, 1980 darbesinin yaratmaya çalıştığı toplum yapısının oturmaya başladığını koyuyor ortaya. Dikkat çekicidir, bu referandumdan beş yıl önce, 7 Kasım 1982 günü darbe anayasası yine Türk Milleti tarafından yüzde 91,37 oyla onaylanmıştı.

Aradan geçen beş yıl acaba gerçekte nasıl yaşandı?  

Siyasi yasakların kalkmasıyla manzara da değişmeye başladı. Özellikle Süleyman Demirel’in dönüşü ve Doğru Yol Partisi’nin başına geçmesi, eski kardeşi Turgut Özal’ı oldukça rahatsız etti. 1987 seçimleri, ANAP’ın da çöküşünün başlangıcıydı.

Bu süreçte toplumsal yozlaşma hemen her alanda görülüyordu.

Toplumun değerleri, karşılıklı hoşgörü, dayanışma ve paylaşıma terk ediliyor, menfaat hırsları, inşaat müteahhitlerinin boy göstermesi, yolsuzluk haberleri sıklıkla duyulmaya başlıyordu.

Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olup beklenmedik şekilde ölümüyle Türkiye’nin bugünler için atılan temeli kat kat çıkılmaya başlandı.

90’lı yıllarsa insan aklına sığmadık şekilde geçti, onca değerli insanımıza kıyıldı, ABD ve Çekiç Güç destekli terör, dağlardan şehirlere indi molotoflarla...

Basın tamamen medyalaştı ve “tüccar” damgası artık gazetecilere de vurulmaya, sokak gazeteciliği, plaza medyacılığına döndü.  

Bilgisayar, cep telefonu derken Türkiye bir de alt üst kimlik tartışmalarını yaşamaya başladı. 1923 Cumhuriyeti’nin 75. Yılı tam da 1998’di... 

Ne yazık ki yüreğinde Mustafa Kemal sevgisini, beyninde Mustafa Kemal düşüncesini yaşatan yurttaşlar, 75. Yılda 10. ve 50. Yıl marşlarını söylüyordu ve yönetici iradelerin umurunda değildi.

1999 yılının şubatında terör örgüt lideri, onu yıllarca destekleyenlerce derdest edildi ve Türkiye’ye verildi. Yeni yetme liderler Mesut Yılmaz, Tansu Çiller didişmesi Türkiye’de seçim getirdi ve yıllar sonra Bülent Ecevit o da Mesut Yılmaz’lı ANAP ve Devlet Bahçeli’li MHP ile koalisyon hükümetinin Başbakanı oldu.

Bu arada 1997’deki askeri muhtırayı, üniversitelerde birden patlayan başörtüsü olaylarını, aczmendileri yazmıyorum. Çünkü “28 Şubat” tamamıyla bir prodüksiyondu ve bu prodüksiyonun talihlisi de şimdi ABD kanatları altına giren Fethullah Gülen’di... 

28 Şubat sürecini “bin yıl sürecek” diye anlatanlar, o bin yıla nelerin damgasını vuracağını düşünememişlerdi. Askerlerdi ama Atatürk’ün düşünceleriyle donanmamışlardı.

1999 depremi ise tam kırılma yaşattı ülkemize...

Ardından ciddi ekonomik buhranlar, Kemal Derviş adlı “yeni nesil düyunu umumiye müfettişi”, sağcı mı solcu mu belirsiz bir zatın, hastalanmış Ecevit’e yutturulması, Başbakanlık önünde yazar kasanın fırlatılması, Cumhurbaşkanı Sezer’le “nankör kedi” tartışması, Kemal Derviş’in raporları derken, Devlet Bahçeli’nin bir gün “haydi seçime” çağrısı aslında 4. Cumhuriyetin sonunu haber veriyordu.

Beşinci Cumhuriyet

Gariptir, Kemal Derviş Efendi’nin yazdığı raporları okumak Ecevit’e değil AK Parti’ye nasip oldu. 2002 Kasım ayı sonuçları 5. Cumhuriyetin ilan çanlarını çalıyordu.

Her şeye rağmen milli kelimesinin anlamını iyi bilen Erbakan Hoca’nın has adamları ile öğrencileri Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç ve diğerleri bir anda isyan bayrağını açtılar. İstanbul Belediye Başkanı iken şiir okudu diye görevinden alınıp hapse atılan Erdoğan’ı artık tanımayanlar da öğrenmişti.

Düşüncemde ısrar ediyorum, o 28 Şubat ve bugüne bakıyorum da sanki tıkır tıkır işleyen bir plan hissediyorum. Öyle ki, Cumhuriyet 100. yaşına giderken, sanki Lozan’daki İngiliz Başbakanı mezarından kalkmış ve operasyonun başına geçmiş gibiydi.

Ve tabii ki yine 28 Şubat sürecinde ABD’ye kaçan, yakın dostları papazlarla hahamlar olan Müslüman hocanın “altın nesli” vardı “yeni Türkiye” sürecinde.

AK Parti’nin kuruluş bildirisi herkesi şaşırttı. “Aydınlığa açık, karanlığa kapalıyız” diyorlardı. Yanlarında “hocanın adamları”, arkalarında uluslararası destekle, Türkiye içinde asla şans verilmeyenler tek başına iktidar oldu 2002 3 Kasım’da... 

Sonra Abdullah Gül Cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan Başbakan, Bülent Arınç da TBMM başkanı oldu.

Ama “zikirle fikir” aynı olmayacaktı...

Beşinci Cumhuriyet 2002-2017 arasıdır.

Ekonomide ciddi iyileşmeler, umutlar oluşsa da pek çok şüphe ve kaygı da yaşanıyordu.

Hep merak ederim, iktidar muhalefet dengeleri hep hissedilirken, AK Parti iktidarında muhalefet, nedense kendi içine dönük, halktan uzak, tarihin ve talihin farkında olmayan cahil yapılara dönüştü.

Medyalaşan basın hem sermaye hem de konsept olarak yavaş yavaş AKP’ye yanaştı. Ancak eminim iktidar kafasında hep bir askeriye çekincesi vardı. İşte o konuda kendilerine “hizmet cemaati” diyen grup yardıma yetişti.

Ancak istihbarat teşkilatlarında görülebilecek kumpas, tuzak ve yöntemlerle AKP’nin elini kolaylaştırdı. 2006 yılında “organize edilen” Ergenekon kumpasıyla, yüreğinde bağımsızlık, Atatürk Cumhuriyeti ilkeleri olan paşa ve askerleri bir bir avladılar. Genel Kurmay Başkanı’na “bir numaralı terörist” muamelesi yaptılar. 

Yetmedi, Bülen Arınç’ın nasıl uydurduysa bir ihbarı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kötü günler için organize ettiği kadim bilgilere ulaşıldı,

Kozmik Oda baskınıyla Türkiye artık meydana atılmış çırılçıplaktı.

Kozmik Oda baskını sonuçlarının ne olduğu hala meçhuldür.

Bu arada “hizmet cemaati” temel yöntemi “inkâr ve iftira” ile çok can yaktılar. Profesyonelce ve yanlarındaki uluslararası desteklerle Türkiye Cumhuriyeti’nin en hassas birim ve kurumlarına sızdılar, Atatürk’ün ordusuna kadar sızıldı ve örgütlenildi.

Üniversite, sivil toplum kuruluşlarında, emniyet ve istihbaratta adeta “paralel Türkiye devleti” oldular ama ipler yurt dışıydı. Burada da öncelikle İngiliz yöntemlerine dikkat çekmek isterim.

Ne istedilerse aldılar, kendilerine laf edenleri adeta lince tabi tuttular, kendi okul, hastane, üniversite, dernek, vakıf, gazete televizyon ve radyolarını kurdular, hatta kendilerine has istihbarat ve iletişim kanallarını bile oluşturdular. Başucu kuralları “inkâr ve iftirayı” çevre edinmek için, inandıklarını iddia ettikleri dinin yasakladığı iftira ve şantajla sağladılar. Bu süreçte iktidarı hep ikna ettiler. Öyle ki Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhuriyet savcılarını teröristlerin ayaklarına kadar götürdüler.

Ama öyle bir zaman geldi ki...

MİT kriziyle, dershanelerin kapatılmasıyla AKP içindeki bazı güçler maskeyi indirme zamanının geldiğini anladı. Lakin güya ve neye, kimlere olduğu belli olmayan “hizmet” panikledi. 17-25 Aralık 2013’te düğmeye bastılar. Geri tepti...  Hazırlandılar gece gündüz... Ve takvim 15 Temmuz 2016’yı gösterdiği cuma günü, tarihin yazmadığı bir saçmalıkla “intihar saldırısına, ihanetine” cüret ettiler...  

Çok tuhaf bir sürece girdi Türkiye...

Hatta öyle ki, Cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan, Efkarı Umumiyeye ilan etti, tarih 3 Ağustos 2016:

“Rabbim de milletim de bizi affetsin, bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya dökememiş olmanın üzüntüsü içerisindeyim.”

Yani Cumhurbaşkanı kandırıldıklarını kabul etti...

Şehit Necip Hablemitoğlu’nu dinlemedikleri için yanlış yaptıklarını kabul etti.

Yani onca yurtsever asker ve sivilin adeta linç edildiğini kabul etti.

Yani “Kozmik Oda” Baskını ihanetiyle Türkiye’nin sırlarının deşifre edildiğini kabul etti.

Yani Ergenekon yalanına savcı edilmiş şahsın yanlış olduğunu, kendisini uyaranları kötü gördüğünü de kabul etti.  

Bugün adına “Fetö” denen yapının tehdit ve riski sona ermedi. Çünkü bu örgütün tek farkı, kolay değişime inandırmak. Zaten bu havayla yüce meclisi yani halk iradesini bombalama ihanetini de kolay yaptılar.

Vicdanlar satılıktı ve satılmıştı çünkü.

Türkiye Cumhuriyeti tarih boyunca pek çok isyan, ihanet yaşadı ama 15 Temmuz gibi bir iğrençliği ne kadar hak etti hala bilmiyorum. İnanamadığım bir ayrıntı da 15 Temmuz’un hemen sonrası İstanbul Yenikapı’daki mitingde bir araya gelebilen siyasi liderlerin, kısa süre sonra yenden ayrışmaları. Evet, sistem artık Atatürk sistemi değildi ama Cumhurbaşkanlığı sistemini CHP, muhalefet etse de kabul etti ve MHP ile birlikte en olmayacak adayı Erdoğan’ın karşısına çıkardı. Tabi arada, bence Cumhuriyet neslinden Deniz Baykal’a kurulan komployu ve sonrasını da yazmıyorum.

15 Temmuz’un sırları daha örtülü. Belki bizler öğrenemeyeceğiz ama, 15, 20 yıl sonra araştırmacıların dikkatini çekeceğine inanıyorum. Lakin umarım araştırmacılar objektif olur. Bu örgüt “inkâr ve iftira” üzerine kur(d)ulmuş ve “değişimi” çok iyi biliyor. Yani dün hocanın elini öpenler bugün ona en ağır küfürleri edebiliyor.

15 Temmuz 2016 ihaneti, Türkiye’de iktidarı elinde tutanlar için ne kadar ders oldu endişeliyim, ama Cumhuriyet görünümlü “meşruti yapının” kurulmasına bu cemaat şer şekilde vesile oldu. Beşinci Cumhuriyet de böylelikle noktalandı.

Beşinciden sonra kurulan yapının Cumhuriyet mi yoksa 3. Meşrutiyet mi olduğuna hala kanaat getiremedim.

Altıncı Cumhuriyet mi Yoksa Üçüncü Meşrutiyet mi?

Bazen düşünüyorum da şu 15 Temmuz ihanetini Türkiye’ye reva görenlerin gerçek niyetleri neydi? İktidar olan AKP daha da güçlenirken, muhalefet ve çevresi adı konulamaz bir garabeti yaşadı durdu. Atatürk’ün kurduğu CHP’nin içler acısı kimliksizliği bile kimseyi rahatsız etmiyor bugün.

Biz neyiz? Türkiye ne demek?  1923’te hangi şartlarla kurdu Mustafa Kemal o Cumhuriyet’i? Konuşmuyoruz bile...

O ihanet gecesinden bir yıl sonra 16 Nisan 2017’de bir referandumla 1923 Cumhuriyet sistemine resmen son verildi. “Başkanlık sistemi ve hükümeti” adında yeni bir sistem başladı.

Muhalif partiler karşı çıksalar da kabul ettiler, aday çıkardılar ve kaybettiler. Kaybedenler kendi küçük dünyalarında saltanatlarına devam ederken Recep Tayyip Erdoğan’ın yeni yetkileriyle “ikinci Atatürk” olduğunu iddia edenler bile çıktı. 

An itibariyle Türkiye devletinin sistem ve modeli nedir?

Ve Mustafa Kemal Atatürk’le ilgisi var mıdır?

Şimdi son bölüme buyurun, hangi Cumhuriyet, 1923’ten bu yana “kaçıncı” Cumhuriyet?

Hangi Cumhuriyet?

Çok uzun bir yazı oldu, farkındayım. Çoğunuz da sonuna kadar okumayacak biliyorum. Çünkü “okumama” emrinin verildiği tarih 12 Eylül 1980.

1980 hepimize sürekli unutmayı, her meslekte gazetecilikte, tarihçilikte, yayıncılıkta tüccarlığı, aldatmayı, kandırmayı, satın almayı ve satmayı, sürekli romantik davranmayı, bana neciliği, ayrışmayı, koşulsuz biat etmeyi, sadakacılığı, emeksiz yemeği, “mış gibi” yapmayı, ekonomi sayfalarını, hisse senetlerini, Cuma namazına gidip çalmayı, ağaç kesmeyi, Araplara kardeş, batıya müttefik demeyi, “Ne Mutlu Türküm Diyene” dememeyi, kimliksizlik içinde kimlik aramayı, Atatürk’ü sever görünüp küfretmeyi, kadın öldürmeyi, çocuk istismarını, yardımlardan çalmayı, depremi fırsat bilmeyi, “Allah” deyip Allah’ın lanetlendiği her  şeyi yapabilmeyi, tarihe saygı duyuyormuş gibi yapıp tarihsel mirası talan etmeyi, Atatürk’ün bataklık üzerinde yaptığı cennete saray dikmeyi, zenginin ihmalinden ölmeye “fıtrat” demeyi, müteahhitlere dokunulmazlık vermeyi,  mafyaya “kurtarıcı” diye bakmayı, ana okullarına mescit yapmayı, yurt olmadığı için parkta yatan üniversitelilere cami yapmayı, adam kayırma, torpil, ayrışma, yalan, talan ve cehaleti teşviği, hanedancılığı hortlatmayı, Cumhuriyet miraslarını “babalar gibi” satmayı, çok sevdiğin Osmanlı’yı, İngiliz’le birlik olup arkadan kalleşçe vurmuş Arap yüzsüzlere paraları için Boğaz’ı vermeyi, kendi vatandaşlarına değil, mültecilere vatandaş gibi davranmayı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını üç kuruşa satmayı, askeri “hizaya getirmek” adına paşaları cumaya götürmeyi, emekliyi dilenciliğe, gençliği umutsuzluğa, kadınları korkuya, çocukları gözyaşlarına mahkum etmeyi öğretmedi mi?

Şimdi eğer buraya kadar okuduysanız gerçekten, sadece düşünün!

Biz 29 Ekim 2025 günü neyi, hangi ruhla kutladık?

Gerçi kutlama da yok...

Birkaç konser falan...

Zaten 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ni de şarkıcılar kurmuştu değil mi?

Kusura bakmayın ben kutlama falan yapmadım, sadece gözlerimi kapatıp “unutmamaya” yemin edip semaya bakıp!

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE

 

 

 

 

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haberege.com.tr sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.