İletişim eğitimlerinde sık sık tekrar edilen bir cümle vardır: “Etkili olmak istiyorsanız önce dinleyin.”
Hepimiz bunu defalarca duyduk, okuduk, hatta çevremize öğüt olarak verdik. Yaşamın, sonuna kadar süren bir öğrenme yolculuğu olduğunu bilmek büyük bir erdem… Fakat ne tuhaf ki, en çok bildiğimizi sandığımız yerde dinlemeyi unuturuz.
Günlük hayatta bunun örnekleri her yerde karşımıza çıkar. Konuşmanızı tamamlamadan, karşınızdakinin kendi düşüncesine veya deneyimine geçmesi… “Ben bunu yıllardır yapıyorum,” cevabıyla karşılaşmanız… Çoğu kez “Ben zaten biliyorum” duvarını fark etmeden öreriz.
Gönüllü kuruluşlarda ise bu tablo daha belirgindir. Yıllardır aynı görevde bulunanların “Bizden sonra kim gelir?” kaygısı, görev devrinin doğal bir süreç değilmiş de kişisel bir kayıpmış gibi algılanması.
Bu noktada çok sık duyduğumuz bir cümle daha devreye girer:“Her yerde adamımız olsun.”
Bu söz güven ihtiyacından doğsa da, uzun vadede kurumların en önemli damarlarını tıkar. “Adamımız olsun” dediğinizde yetkinlik değil yakınlık seçilir. Yakınlık üzerine kurulan düzende yeni fikirler gelmez, gençler çekilir, nitelikli insanlar sessizce uzaklaşır. Böylece enerji kaybolur, sürekli kendini tekrar eden yapılar oluşur.
Aynı şekilde “En doğru işler benim bulunduğum yerde yapılır” bakışı da başlangıçta iyi niyetli görünmekle birlikte zamanla kurumu tek bir kişinin doğrularına bağlar. Üstelik bu bakış açısı çoğu zaman başka kurumlarla kıyas yapma tuhaflığını da beraberinde getirir.
Oysa bu tutum, hem kendimizi gereksiz bir rekabet içine sokar hem de dünyayı daracık bir pencereden görmemize yol açar. Oysa ki her yapının iç dinamiği farklıdır ve hepsinin ayrı güçlü ve zayıf yönleri vardır, uzaktan gördüğümüzle tüm resmi anlamamız imkânsızdır.
Bu nedenle başka kurumları küçümsemek yerine, kendi eksiklerimizi ve geliştirebileceğimiz alanları görmek çok daha sağlıklı bir yaklaşım olur. Çünkü hayat da kurum kültürü de tek bir doğruda değil, birlikte öğrenerek genişler.
Bugün dünyadaki başarılı kurumların ortak özelliği bellidir: “Yerine insan yetiştirebilmek“ Çünkü sürdürülebilir başarı tek bir kişinin değil, kuşakların birlikte ürettiği bir bütündür.
İşte tam bu noktada gençlerin rolü büyüktür.Gençler yalnızca enerjileri ve dinamizmleriyle değil; teknolojiyi doğal bir refleksle kullanabilmeleri, güncel araçlara hâkimiyetleri, yeni yöntemleri hızla öğrenebilmeleri, bilgiye ulaşma becerileri sayesinde bir kuruma büyük değer katarlar.Onların hızla değişen dünyaya uyum sağlama becerisi, deneyimlilerin bilgi birikimiyle birleştiğinde ortaya çok güçlü bir sinerji çıkar.
Ancak biz jenerasyon farklarını anlamaya çalışmadığımızda, “Ben bilirim” tavrını sürdürdüğümüzde, ya da “Adamımız olsun” düzeni kurduğumuzda görünmez bir olumsuzluk zinciri oluşur:
Liyakatsiz ve verimsiz kadrolar yaygınlaşır.
Nitelikli ve teknolojiye hâkim gençler kendine yer bulamaz.
Yaratıcılık azalır, yenilik durur.
Kurum içine sessizlik ve kırılganlık yerleşir.
Sonra da şaşırırız:
“Neden kimse kalıcı olmuyor?”
“Niye yeni insanlar katılmak istemiyor?”
Belki çözüm, zannedildiği kadar zor değildir. Dinlemek, alan açmak, birlikte gelişmek…
Bazen kendimize yalnızca şu soruyu sormak bile yepyeni bir kapı aralar:
“Her şeyi gerçekten bu kadar iyi biliyor olabilir miyim?”
Belki de cevap kocaman bir “Hayır”dır.
Ve bu “Hayır”, daha güçlü, daha kapsayıcı, daha uzun ömürlü yapılar kurmanın ilk adımıdır.
