Ekonomik büyüme, bir ülkenin refah seviyesini yükselten, toplumsal ve bireysel yaşam kalitesini doğrudan etkileyen en kritik göstergelerden biridir.
Ancak büyüme yalnızca rakamlarla ifade edilen bir “ekonomik mucize” değil; çok katmanlı bir toplumsal dönüşümün de yansımasıdır. Yüksek büyüme oranları, istihdam yaratır, sağlık ve eğitim hizmetlerinin kalitesini artırır, teknolojik gelişmeleri destekler ve ülkelerin küresel arenadaki rekabet gücünü yükseltir. Fakat mesele, yalnızca büyümenin hızında değil; aynı zamanda büyümenin niteliğinde ve sürdürülebilirliğinde saklıdır.
Bugün küresel ekonomi; pandemi sonrası toparlanma süreci, jeopolitik gerilimler, iklim değişikliği ve hızlı dijital dönüşüm gibi güçlü dalgalarla şekilleniyor. Bu nedenle büyümenin dinamiklerini ve ülkelerin bu zorlu koşullarda nasıl yön bulduğunu anlamak, sadece ekonomistlerin değil, toplumun tüm kesimlerinin gündeminde yer alıyor.
Ekonomik Büyümenin Temel Dinamikleri
Ekonomik büyümenin kalbinde, dört ana unsur yer alır: sermaye birikimi, iş gücü artışı, teknolojik yenilikler ve verimlilik. Bu unsurların her biri, tarih boyunca farklı dönemlerde farklı ağırlıklara sahip oldu.
Sanayi Devrimi, büyümenin ilk büyük sıçramasını getirdi. Buhar makinesi, demiryolları ve seri üretim teknikleri sayesinde üretim artışı sağlandı, kırsaldan şehirlere göç hızlandı. Ardından Bilgi Çağı geldi; bilgisayarlar, yazılımlar ve internet altyapıları, küresel ticareti kolaylaştırdı, üretim maliyetlerini düşürdü ve yeni sektörler doğurdu.
Günümüzde ise dijital dönüşüm, yapay zekâ, nesnelerin interneti (IoT) ve blockchain gibi teknolojiler; verimliliği artırmakla kalmıyor, aynı zamanda iş modellerini ve tüketici davranışlarını da değiştiriyor. Örneğin; Çin, üretim süreçlerine yapay zekâ ve robot teknolojilerini entegre ederek maliyetleri düşürürken; Avrupa ülkeleri, yüksek katma değerli teknolojik ürünler üreterek küresel ticarette rekabet gücünü korumaya çalışıyor.
Öte yandan, ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği; sadece teknoloji ve sermaye birikimiyle değil, hukukun üstünlüğü, demokratik kurumlar, şeffaflık ve eğitim gibi sosyo-kurumsal faktörlerle de doğrudan bağlantılı. Bu yüzden, yalnızca makineler ve fabrikalar değil; eğitimli, yenilikçi ve özgüveni yüksek bireyler de büyümenin en güçlü motorları arasında yer alıyor.
Son Yıllarda Küresel Büyümenin Seyri
Küresel ekonomik büyümenin temposu, son 30 yılda önemli değişiklikler gösterdi. 1990’lardan itibaren Çin’in başını çektiği Asya ülkeleri hızlı bir kalkınma sürecine girdi. Çin, özellikle 2000’li yıllarda yıllık ortalama %10’a yaklaşan büyüme oranları yakalayarak dünyada ekonomik dengeleri değiştirdi. Hindistan, teknoloji ve hizmet sektörüyle büyük bir ekonomik sıçrama gerçekleştirdi. Vietnam, Endonezya ve Bangladeş gibi ülkeler de ucuz iş gücü ve yatırım teşvikleri sayesinde küresel üretim zincirlerinde yer buldu.
Ancak 2008 küresel finans krizi, dünyanın ekonomik kırılganlıklarını acı bir şekilde hatırlattı. Krizin ardından gelişmiş ülkelerde büyüme hızları düştü; işsizlik arttı ve gelir dağılımı bozuldu. Gelişmekte olan ülkeler de dış finansmana bağımlılık ve kur riskleri nedeniyle zor dönemler geçirdi.
Pandemi ise küresel ticareti ve arz zincirlerini derinden sarstı. Hizmet sektöründe büyük kayıplar yaşanırken, dijital teknolojilere ve e-ticarete olan talep katlanarak arttı. Pandemi sonrası toparlanma sürecinde ise Rusya-Ukrayna savaşı gibi jeopolitik gerilimler, enerji fiyatlarını yükselterek küresel büyümeyi yeniden baskıladı.
Bugün, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası verilerine göre; küresel büyümenin yıllık ortalama %3-3,5 civarında seyretmesi bekleniyor. Ancak bu büyüme, ülkeler arasında oldukça dengesiz: Afrika ve bazı Asya ülkeleri %5 ve üzeri oranlarla büyürken; Avrupa ve Japonya gibi gelişmiş ekonomilerde oran %1-2 civarında kalıyor.
Yeni Bir Paradigma: Sürdürülebilir ve Kapsayıcı Büyüme
Artık sadece “daha fazla üretim ve tüketim” odaklı büyüme anlayışı, çevresel ve sosyal riskler nedeniyle eleştiriliyor. Yeşil büyüme ve döngüsel ekonomi gibi kavramlar ön plana çıkıyor. AB’nin Yeşil Mutabakatı, ABD’nin Enflasyonu Düşürme Yasası (IRA) gibi düzenlemeler; yenilenebilir enerji, elektrikli araçlar ve karbon emisyonunu azaltan teknolojilere büyük yatırımlar öngörüyor.
Büyümenin faydalarının toplumun geniş kesimlerine yayılması da kritik bir mesele. Örneğin, Latin Amerika’da bazı ülkelerde hızlı büyümeye rağmen gelir adaletsizliği derinleşti ve toplumsal huzursuzluklar arttı. Oysa İskandinav ülkeleri, görece daha düşük büyüme oranlarına sahip olmalarına rağmen; güçlü sosyal politikalar sayesinde gelir dağılımında adaleti korumayı ve yaşam kalitesini yükseltmeyi başardı.
Türkiye Örneği ve Zorluklar
Türkiye, uzun yıllardır güçlü büyüme hedefleri olan bir ülke. Özellikle 2000’li yılların ilk yarısında %5-7 civarında büyüme oranları yakalayarak dikkat çekti. Bu süreçte ihracat arttı, altyapı yatırımları hızlandı ve hizmet sektörü büyüdü. Ancak son yıllarda yüksek enflasyon, kur oynaklığı ve dış finansman ihtiyacı, büyümenin sürdürülebilirliğini zorlaştırıyor.
Türkiye'nin genç ve dinamik nüfusu, Avrupa ve Asya arasında stratejik konumu, sanayi ve tarım potansiyeli gibi avantajları bulunuyor. Öte yandan, dijitalleşme, eğitim reformu ve yeşil ekonomi yatırımlarının artırılması gibi alanlarda yapılacak yapısal değişiklikler; Türkiye’nin büyümesini daha sağlıklı ve kapsayıcı hâle getirebilir.
Sonuç: Rakamların Ötesinde Bir Büyüme Anlayışı
Ekonomik büyüme, yalnızca ulusal gelir tablolarına yansıyan bir sayı değil; toplumsal refahı, sosyal adaleti ve gelecek kuşaklara bırakılacak yaşam standardını da belirleyen hayati bir süreçtir. Gerçek başarı, sadece büyümek değil; aynı zamanda kapsayıcı, çevre dostu ve yenilikçi bir büyüme modeli kurabilmektir.
Gelecek için asıl mesele, daha hızlı değil; daha akıllı, daha sürdürülebilir ve daha adil bir büyümeyi inşa etmektir. Böylece ekonomik büyüme; sadece ekonomi sayfalarında bir haber değil, hayatın her alanına dokunan, toplumları ileriye taşıyan bir değişim hikâyesine dönüşür.
ZAFER ÖZCİVAN
Ekonomist-Yazar
[email protected]