Türkiye, maalesef sloganların gölgesinde hakikati kaybetmeye pek meyilli bir ülke.
Yine maalesef Türkiye’de muhalefet, fikir üretmeden, sorunlara çözüm getirmeden sadece slogan atarak siyaset yaptığını zannediyor. Bir nevisiyaset yerine slogan tüccarlığı yapıyor.
"Hemen seçim!",
"İstifa!",
"Kırmız Kart! "gibi klişe sloganlar, taraflı tarafsız milletin büyük kesimi için anlamını yitirdi.
Türkiye’nin güvenlik politikaları, ekonomi veya dış politika gibi konularda bile muhalefetin söylemlerinin birçoğunda ya fikir yok ya da çok sığ, yüzeysel söylemlerden başka bir şey duymuyoruz.
Yakın zamanda yaşanan genç teğmenlerin ihracı meselesini de bu slogan siyaseti ekseninde değerlendirmek ve öncelikle bazı tespitler yapmak gerekiyor;
Hemen belirtelim ki Türk Silahlı Kuvvetleri, yalnızca emir-komuta zinciriyle ayakta duran bir yapı değildir; aynı zamanda binlerce yıllık gelenekleriyle disiplin, aidiyet ve güven üzerine inşa edilmiştir.
Bu yapıyı sarsabilecek herhangi bir grupçulaşmaya karşı refleks geliştirmesi de doğaldır.
Yakın tarihimizde gördüğümüz üzere TSK’da ideolojik grupların oluşmasına izin vermek, yalnızca ordunun kurumsal yapısını değil, milli güvenliği de tehdit etmektedir.
Bunu 28 Şubat sürecinde, 15 Temmuz’da acı tecrübelerle yaşadık!
Bunun yanı sıra yine yakın tarihimize dönüp baktığımızda, "Mustafa Kemal’in askerleriyiz", “Rejim tehlikede” sloganlarının bir perde olarak kullanıldığını da görüyoruz.
Devlete sızmak, devleti ele geçirmek isterken kullanılan bu perde kalktığında gördük ki en büyük Mustafa Kemal düşmanları bunlarmış.
Türkiye’de yine maalesef bir kesimin elinde “Atatürkçümetre” “Atatürk lisansı” var ve bu kesim adeta mülkü gibi Atatürk’ü sahiplenmiş durumdalar. Ölçüde tartı da bunlarda!
Eleştirilemezler, sorgulanamazlar!
Aksi takdirde, bir anda kendinizi “Atatürk düşmanı”, “vatan haini” ya da en hafif tabiriyle “yandaş” ilan edilmiş halde bulabilirsiniz.
Tüm bu tespitlerden hareketle bugün yapılanın, ordudan ihraç edilen teğmenler üzerinden slogan tüccarlığı ile ideolojik bir hesaplaşma ve yine bir ayrıcalık kazanma derdinin olduğunu söylemek zor olmayacaktır.
Ancak neticede, bazı siyasi aktörler ve onların medyadaki aparatlarının slogan tüccarlığı yine satmadı ve Yüksek Disiplin Kurulu kararının 4’e karşı 5 oyla alındığının ortaya çıkmasıyla millete yine defolu mal satmaya çalıştıkları ortaya çıktı.
Yine anlaşıldı ki haftalardır yaygarası yapılanın tam aksine Kurul üyeleri, vicdani kanaatleriyle, hiçbir baskı altında olmadan kararlarını vermişler.
Belirtmeliyim ki Disiplin Hukuku, cezalandırma hukuku değildir. Kamu görevlileri hakkında alınan ihraç kararları, ceza hukukundaki mahkumiyet kararları gibi değerlendirilmemelidir.
Bu kararlar, mesleğin gerektirdiği güven ilişkisinin zedelendiği durumlarda alınır ve her somut olay kendi içinde değerlendirilir.
Kurul üyelerinin bir kısmı güven ilişkisinin onarılamaz biçimde zedelendiğini düşünerek ihraç yönünde oy kullanırken, diğerleri bu kanaate varmamış olabilir. Bu da son derece normaldir.
O yüzden, kararın içeriğinden bağımsız olarak, sürecin kendisi bir hukuk zaferidir.
Bundan sonra yapılması gereken ise Yargı kararını sabırla beklemek olacaktır.
Çünkü Türkiye, geçmişte yargısız infazların, kumpas davalarının ve organize manipülasyonların ağır bedellerini ödedi.
Bugün de aynı hatalara düşmemek için hukuka, yargıya ve devletin kurumsal mekanizmalarına güvenmek zorundayız.