Günümüz dünyasında ülkelerin ekonomik gücü, yalnızca doğal kaynaklarının zenginliğiyle değil, aynı zamanda işgücü piyasasının niteliğiyle de ölçülmektedir. Türkiye gibi genç nüfus oranı yüksek ülkelerde eğitim politikalarının yönü, sadece bireylerin kişisel gelişimini değil, aynı zamanda ekonominin rekabet gücünü de doğrudan belirlemektedir. Ancak uzun yıllardır dile getirilen temel bir sorun var: Eğitim müfredatları ile işgücü piyasasının ihtiyaçları arasında yeterli uyum sağlanamıyor.
Türkiye’de özellikle üniversite mezunları arasında yüksek işsizlik oranları bu sorunun en görünür sonucu. Zira pek çok genç, mezuniyetin ardından iş ararken ya kendi alanında açık pozisyon bulamıyor ya da mevcut işlerin talep ettiği becerilerle donatılmadığını fark ediyor. Örneğin son yıllarda yazılım mühendisliği, veri bilimi, yapay zekâ, lojistik yönetimi ve yeşil enerji teknolojileri gibi alanlarda hızla artan iş gücü talebine rağmen, eğitim programları bu dönüşüme tam anlamıyla uyum sağlayabilmiş değil.
Bu noktada sorulması gereken kritik soru şudur: Eğitim sistemi, piyasanın ihtiyaçlarını takip eden dinamik bir yapıya kavuşabilir mi? Eğer cevap evet olursa, genç işsizliğinin azaltılması, verimliliğin artması ve ülkenin küresel rekabette daha güçlü hale gelmesi mümkün olabilir.
Türkiye’de Millî Eğitim Bakanlığı ve Yükseköğretim Kurulu, her yıl belli planlamalarla kontenjanlar belirlese de bu planlamalar genellikle piyasanın orta-uzun vadeli ihtiyaçlarını öngörmekte yetersiz kalıyor. Örneğin, hâlen birçok üniversitede iletişim, işletme veya bazı sosyal bilimler bölümlerinde fazlasıyla kontenjan açılırken, sanayi ve teknoloji odaklı bazı kritik alanlarda kontenjanlar sınırlı kalıyor. Bunun sonucunda mezun bolluğu olan alanlarda işsizlik artarken, nitelikli eleman bulamayan sektörler yurtdışından iş gücü transfer etmek zorunda kalabiliyor.
Avrupa ülkelerindeki uygulamalara bakıldığında, mesleki eğitim ile piyasa arasındaki bağın çok daha sıkı kurulduğu görülüyor. Almanya’daki “çift sistem” modeli, gençlerin bir yandan okulda teorik eğitim alırken diğer yandan doğrudan işletmelerde pratik tecrübe kazanmalarını sağlıyor. Bu sayede mezun olan birey, piyasanın tam da aradığı becerilerle iş hayatına katılıyor. Türkiye’de ise mesleki eğitimin yeterince cazip olmaması hem öğrenci tercihlerini hem de piyasa dengesini olumsuz etkiliyor.
Bir başka eleştiri noktası ise eğitim müfredatlarının güncellenme hızının çok yavaş olmasıdır. Teknolojik gelişmelerin baş döndürücü hızla ilerlediği bir çağda, müfredatların 5-10 yılda bir gözden geçirilmesi yeterli olmuyor. Örneğin yapay zekâ teknolojilerinin yalnızca birkaç yıl içinde geldiği nokta düşünüldüğünde, eğitim sisteminin bu dönüşüme ayak uyduramaması büyük bir kayıp anlamına geliyor.
Eğitim müfredatlarının işgücü piyasasının ihtiyaçlarına göre dağıtılabilmesi için öncelikle veriye dayalı planlama yapılması gerekiyor. Hangi sektörlerde iş gücü açığı olduğu, hangi mesleklerin gelecekte öne çıkacağı ve hangi alanlarda fazla mezun verildiği gibi göstergeler düzenli olarak analiz edilmeli. Bu veriler, kontenjan dağılımından ders içeriklerine kadar eğitim politikalarının temelini oluşturmalı.
İkinci olarak, üniversiteler ve meslek liseleri ile özel sektör arasındaki iş birliği güçlendirilmelidir. Sanayi odaları, teknoloji şirketleri ve ihracatçı birlikleri eğitim süreçlerine daha fazla dahil olmalı, staj ve uygulamalı programların niteliği artırılmalıdır. Böylece öğrenciler mezun olduklarında teorik bilgilerin ötesinde doğrudan piyasanın istediği becerilerle donatılabilir.
Üçüncü olarak, esnek müfredat anlayışına geçilmelidir. Öğrencilerin yalnızca tek bir alana sıkışmadığı, çok disiplinli beceriler kazandığı ve hayat boyu öğrenme kültürünü edindiği bir sistem hem bireylerin istihdam edilebilirliğini artıracak hem de piyasanın dalgalanmalarına karşı adaptasyon gücünü geliştirecektir.
Son olarak, mesleki eğitimin toplumsal algısı yeniden inşa edilmelidir. Türkiye’de uzun yıllardır meslek liseleri ikinci planda görülürken, oysa geleceğin en çok talep gören alanlarının çoğu doğrudan mesleki teknik bilgiye dayanıyor. Bu nedenle hem aileler hem de öğrenciler için mesleki eğitimi cazip kılacak burs, iş garantisi ve kariyer imkânları sunulmalıdır.
Gelecek, yalnızca üretim kapasitesiyle değil, doğru yerde, doğru becerilerle istihdam edilmiş iş gücüyle şekillenecek. Eğitim müfredatlarının işgücü piyasasına göre yeniden dağıtılması, bu nedenle yalnızca ekonomik bir mesele değil; aynı zamanda sosyal istikrarın, gençlerin geleceğe güvenle bakabilmesinin ve ülkenin kalkınmasının temel taşıdır.
ZAFER ÖZCİVAN