Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) verilerine göre, dünya çapında zorla yerinden edilen insan sayısı 123 milyonu geçti. Bu sadece rakamsal bir artış değil; küresel çapta çatışmaların, siyasi baskıların, derinleşen ekonomik yoksulluğun ve giderek daha fazla etkisini hissettiren iklim krizinin milyonlarca insanı göçe zorlamasının en somut göstergesi.
Türkiye’nin Eşiğinde Devasa Bir İnsanlık Sınavı
Türkiye, coğrafi konumu itibarıyla bu küresel krizin merkezinde yer alıyor. On yılı aşkın süredir, özellikle Suriye’den gelen mültecilere ev sahipliği yaparak dünyada en fazla mülteciyi barındıran ülke konumuna yükseldi. Bugün, Türkiye’deki mülteci sayısı 5 milyonu aşmış durumda. Bu durum, Türkiye’nin hem insani bir sorumlulukla hem de ekonomik, sosyal ve güvenlik alanlarında ağır bir yükle karşı karşıya olduğunu gösteriyor.
Ancak, bölgedeki yeni riskler bu yükü daha da artırıyor. Özellikle İran ile İsrail arasında tırmanan gerilim, sadece bölgesel dengeleri değil, Türkiye’nin doğrudan güvenlik ve göç politikalarını da etkiliyor. İran’da olası bir çatışma ya da siyasi çöküş senaryosu, milyonlarca insanın yerinden edilmesine yol açabilir. Coğrafi yakınlık ve İran’daki nüfusun ülkenin batısında yoğunlaşması, Türkiye’nin bu göç dalgalarının ilk varış noktası olacağı anlamına geliyor. Böyle bir durumda Türkiye, hali hazırdaki mülteci krizine ek olarak, yeni ve çok daha büyük bir insani krizle baş etmek zorunda kalacak.
Yalnızlık, Sorumluluk ve Adaletsiz Yük Paylaşımı
Türkiye’nin yaşadığı en büyük sorunlardan biri, bu ağır yükün uluslararası toplum tarafından yeterince paylaşılmaması ve özellikle Avrupa Birliği ile yaşanan stratejik yalnızlıktır. 2016 yılında imzalanan Türkiye-AB Mülteci Mutabakatı, Türkiye’yi “Avrupa’nın sınır muhafızı” rolüne sokarken, karşılığında verilen mali yardımlar, yük paylaşımı ve vize serbestisi vaatleri büyük oranda gerçekleşmedi. AB ülkeleri, sınırlarını koruma ve düzensiz göçü engelleme konusunda Türkiye’ye büyük sorumluluk yüklerken, finansal ve politik taahhütlerini yerine getirmedi.
Bu durum, Türkiye’nin mülteci politikasını bir “kriz yönetimi” refleksiyle sınırlamış ve kalıcı entegrasyon için gerekli uzun vadeli stratejilerin geliştirilmesini zorlaştırmıştır. Türkiye, bugüne kadar esasen geçici ve acil çözümlerle bu sorunu idare etmeye çalıştı; ancak on yılı aşkın süredir mültecilerin önemli bir kısmı Türkiye’de yaşamaya devam ediyor. Bu “geçicilik” varsayımı artık sürdürülebilir değil.
Toplumsal Uyumda Derinleşen Sorunlar
Türkiye toplumunda mültecilere karşı giderek artan bir ayrımcılık ve nefret söylemi var. Ekonomik kriz ve işsizlik gibi sorunların da etkisiyle, mülteciler bazen yerel halkla karşı karşıya geliyor ve bu da toplumsal gerilimlerin tırmanmasına yol açıyor. Sosyal medya gibi platformlarda yayılan dezenformasyon, bu kutuplaşmayı daha da derinleştiriyor.
Bunun yanında yapısal sorunlar da büyük engeller oluşturuyor. Mülteciler belirli mahallelerde yoğunlaşarak sosyal ve mekânsal gettolaşmayı artırıyor; bu durum hem kamu hizmetlerine erişimi zorlaştırıyor hem de toplumsal kaynaşmayı engelliyor. Yasal çalışma izinlerinin yetersizliği nedeniyle kayıt dışı ve güvencesiz işlerde çalışan mülteciler, hem kendi hakları açısından savunmasız kalıyor hem de yerel halkla aralarında haksız rekabet algısı oluşuyor.
Yerel yönetimler, mültecilerle doğrudan iletişim kurma ve sorunlarını çözme konusunda kilit role sahip. Ancak merkezi hükümetin belirsiz politikaları, bütçe eksikliği ve koordinasyon sorunları, yerel yönetimlerin çabalarını sınırlandırıyor.
İklim Değişikliğinin Göçü Tetiklemesi ve Türkiye
İklim krizi, artık mülteci krizinin önemli bir nedeni haline geldi. Kuraklık, sel, aşırı hava olayları milyonlarca insanın hayatını alt üst ediyor. Türkiye ise hem bu değişikliklerden doğrudan etkileniyor hem de iklim kaynaklı göçlerin potansiyel hedefi. Bu durum, Türkiye’nin mülteci krizinde karşı karşıya olduğu zorlukları daha da karmaşık hale getiriyor.
Çözüm Önerileri: Hak Temelli, Çok Boyutlu ve Uzun Vadeli Yaklaşım
Türkiye’nin artık sadece kriz yönetimi yapması yeterli değil. İnsan hakları temelinde, kapsayıcı ve uzun vadeli politikalar geliştirmesi gerekiyor. Mültecilerin eğitim, sağlık ve yasal istihdam imkanlarına erişimi sağlanmalı; nefret söylemiyle mücadelede yasalar etkin şekilde uygulanmalı, toplumda farkındalık artırılmalıdır.
AB ile ilişkilerde ise, Türkiye’nin yükü tek başına çekmeye devam etmemesi, ortak sorumluluğun adil paylaşılması elzemdir. Türkiye’nin sadece sınır bekçisi değil, insan hakları temelli ve şeffaf bir iş birliği ortağı olması sağlanmalıdır. Ayrıca Türkiye, çatışmaların, iklim krizinin ve yoksulluğun temel nedenleriyle mücadelede uluslararası platformlarda aktif bir liderlik rolü üstlenmelidir.
Sonuç
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu mülteci meselesi artık geçici bir kriz olmaktan çıktı. Bu, Türkiye’nin toplumsal yapısını, ekonomik dengelerini ve güvenlik ortamını doğrudan etkileyen kalıcı bir gerçeklik. Bu gerçeklik görmezden gelinirse, toplumda kutuplaşma artacak, ekonomik kaynaklar yetersiz kalacak ve güvenlik riskleri büyüyecektir. Bu nedenle atılacak adımlar, yalnızca insani bir zorunluluk değil, Türkiye’nin geleceğine, barışına ve refahına yapılacak stratejik bir yatırımdır.
ZAFER ÖZCİVAN
Ekonomist-Yazar
zozcivan@hotmail.com